Karabey Aydoğan Akdere Köyü’nden Şehir Operasına Ahmet Yol Yeniden İmece, 4.sayı, Ağustos 2004

Değerli okuyucular; emeği bir birinden ayırmak zordur. Ancak, Köy Enstitülülerin bu yurt ve insanları için, ömürleri yettikçe sürdürdükleri çalışmalar ve  verdikleri sonsuz emek, sanırım ölçü kabul etmez bir değerdedir. Onlar; çocuk yaşta başladıkları bu emekle bir şeyler üretme işini; öğretmenliklerinde, kimilerinin boş zaman dediği sürelerdeki çalışmalarında, giderek emekliliklerinde ve yaşam boyu ürettikleri ile dost-düşman herkesi büyülediler. Üstelik bu emekleri ile, yalnızca başkalarını zenginleştirme ve geliştirme yolunu tuttular. Kendileri ise, bulundukları yerlerde, son derece alçak gönüllü bir yaşamı yeğlediler.

İşte bu yazıda, onlardan birinin; adı pek çok kitaba daha öğrenci iken girmiş olan, Arifiye Köy Enstitüsü ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü Güzel Sanatlar Kolunu bitirmiş olan  ünlü enstitülü Ahmet YOL’un, nasıl yoğun bir emekle, eğitim ve sanat dünyamıza neler kattığını okuyacaksınız. Sayın Ahmet Yol’u ilerlemiş yaşına karşın son derece zinde ve  Başaran’dan müziklediği bir eseri, gitarı ile seslendirirken buldum. Üç gün boyunca, sevgili eşi Ülker Yol ile birlikte, büyük bir konukseverlik ve hoşgörü ile sorularımı yanıtladı.

• K. Aydoğan: Sayın Ahmet Yol, nereden ve nasıl Arifiye Köy Enstitüsü’ne geldiniz?

- 1923 doğumluyum. Bursa-Yenişehir’in Akdere köyündenim. Sıtma nedeniyle bizim oralarda yaşıtımız bebeler hep kırıldığından; bir ben, bir de Adem  oğlu Adem vardır sıtmadan kurtulabilen. İlkokulu 1934-1935 ders yılında bitirdim. Gidecek okul yoktu. Simit satıcılığından tutun da,  eşekle yakın köy ve kasabalarda satıcılık ve köy katipliği gibi işler yapmaya başladım. Bu işler 1940 yılına dek sürdü. Yokluk, işsizlik ve kıtlık  dönemiydi.

1940 yılı Nisanında; Halil Bey, Tevfik Bey ve Ali Ulvi adlı öğretmenlerimin yüreklendirmesi ve önerisi ile, Maarif Memurluğu’na çağrıldım. Aslında para kazanıyordum ve babamın beni göndermek istemeyeceğini söyledim. Çok destek verdiler. Maarif Memuru; el yazım ile, enstitüye girmek istediğimi yazmamı istedi. Ben de yazdım. Sanırım bir de senet yapılmıştı. Yenişehir- Bilecik arasında işleyen at arabası ile Bilecik  istasyonuna gittim. Oradan trenle Arifiye’ye vardım. Artık, ben de enstitülü olmuştum.

• Enstitüler yeni kuruluyordu. Siz neler yaptınız Arifiye’de?

- Arifiye’de bizden önce Eğitmen Kursu vardı. Ama; İşlikler yoktu. Çamaşırhane-banyo, yemekhane, yatakhane yok. İlk günler, çeşitli eşyaları, eski kurs binasından enstitü olacak yere taşıdık. Müdür Süleyman Edip Bey bana; "Arkadaşlarının aslan gibi olanlarından birkaç kişi seç. Oradaki dolapları da taşıyın" deyince, ben de; "Onların hepsi aslandır efendim "dedim. Bunu anımsarım.

Hemen inşaatçı olarak seçildim. Kireç söndürdüm, harç kardım, duvar örmeye başladım. Hepimiz böyle bir iş yapmaya başladık. Derste öğrendik, iş başında uyguladık. 

• Herkes, özellikle Arifiye Köy Enstitüsü’nün, müzikte ileri olduğunu söyler, yazar. Nedir bunun  aslı?  

- Bir rastlantıyı hiç unutamıyorum. 1933’te, ilkokulun dördüncü sınıfındaydık. Hamdi adında, keman çalan bir öğretmenim, sınıfımıza 10. Yıl Marşı’nı öğretmişti. Arifiye’de de, yaşamımı derinden etkileyen bir Hamdi ile karşılaştım. Unutulmaz müzik öğretmenim Hamdi Daner. Her ikisi de keman çalardı.

Hamdi Bey çok güzel giyiniyordu. Bulgaristan’da kendisine; "fiipka Prensi" derlermiş.  Çok iyi yetişmiş bir müzik öğretmeniydi. Yorulmak bilmezdi. Öğle tatilleri ile hafta sonlarının boş zamanlarında orkestra ve koroyu çalıştırırdı. Ben de, diğer Arifiyeliler de, ciddi anlamda müziği Hamdi Daner’den öğrendik. Disiplinli, programlı, geniş açılı bir insandı. Çok deneyimliydi. İstanbul’dan gelmişti. Dinlediği aryaları, izlediği konser parçalarını kemanı ile sürekli olarak bize dinletirdi. Kitaplarda  yazılı hiçbir şey olmamasına karşın, Hamdi Bey bize, izlediği operaları; konuları ve kişileri ile aldığı notlarından anlatırdı, tanıtırdı. Yaşımıza uygun ayrıntılarla anlatarak, ballandırıp bizi özendirirdi.

• Neler öğretirdi?

- Köylerden gelmiştik. Herkesten, yöresine ait türküleri öğrenip getirmesini isterdi. Bunları ve daha önce derlenmiş türküleri çoksesli olarak söyletirdi. Sabah oyunları için çok sayıda halk oyunu müziği de öğretmişti. Çok sayıda türküyü böyle derledi ve  öğretti. Herkes mandolin öğrenmek zorundaydı. Ancak; ayrıca mandolin, gitar, keman, flüt, akordeon çalan pek çok arkadaşımız olmuştu. Ben de keman çalardım.

Batı müziğinden; Beethoven, Schubert, Schumann, Brahms gibi bestecilerden, yaşımıza ve eğitime uygun parçalar bulup öğretirdi. Bunları; iki, üç, dört sesli olarak çaldırır ve söyletirdi. Ancak Hamdi Beyin kendi düzenlemeleri ve eserleri de vardı. Örneğin "Esirlerin Rüyası" gibi. Parçanın Türkçe’si yoksa, yalnızca çaldırırdı.

Arifiye Köy Enstitüsü’nde, sürekli olarak 120 kişilik orkestra ve koromuz vardı. Ulusal oyunlarda, ilerleyen zamanla birlikte, yerel sanatçılar yerine, oyun havalarını notaya alarak; davul, akordeon ve mandolinlerle bizler eşlik etmeye başladık.

• Arifiye’nin sayısız konuğu olduğunu biliyoruz. Bu konuklara veya geziye gidilen yerlerde de konser verilir miydi?

- Her cumartesi günü, akşam yemeğinden sonra; Arifiye halkının da davetli olduğu, tüm enstitünün katıldığı eğlenceler olurdu. Bu eğlencelerde en etkili şeyler, halk oyunları ve türküler olurdu. Elbette köy seyirlik oyunları ve enstitü öğrencilerinin yazdığı oyunlar da oynanırdı. Ama müzik hep çok etkiliydi.

Her yeni gelen konuk ekibine konser vermek, gelenek durumundaydı. Bu konserleri; bakanlar, eğitimciler, Cumhurbaşkanı, elçiler, öğretim üyeleri vb. her konuk gurubu izlemiştir. 

Gezilen, ziyaret edilen pek çok köy ve okullarda konserler verilirdi. Halk evlerinde, konserlerin yanı sıra Halk Oyunları gösterileri yapılırdı. Başta enstitüleri hor görenler;  bu konser ve gösterilerin yayılan etkileriyle özenmeye bile başladılar. Enstitüler hakkındaki olumsuz beklentiler tersine döndü. 

Gezilerde gidilen yurt köşelerinde bu konser ve gösteriler yapılırdı. Bununla; gidilen yerlere yeni oyunlar, türküler götürülürken, aynı zamanda  gezilen yerin yerel müziğinden parçalar da repertuarımıza alınıyordu. Adapazarı’nda lise öğrencilerinin, bizim konserleri izledikten sonra; "Bize de bunlar gibi öğretsinler" dedikleri oluyordu.

• Konserlerde hep türküler mi vardı?

– Hayır. Konserler, genellikle iki bölümden oluşurdu. İlk bölümde, yabancı eserlerden uygun olanlar bulunurdu. Bunlar eğitime yararlı parçalar olurdu.  İkinci bölümde ise tek ve çok seslendirilmiş türküler olurdu. Hamdi Bey, genellikle birinci bölümü yönetir, ikinci bölümü yönetmeyi bana bırakırdı. Bu konserlerden birini Cumhurbaşkanı İnönü o kadar beğendi ki, tekrar etmemizi istedi.

• Arifiye’den 1945 yılında, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ne seçilip, gittiniz. Orada hangi bölümdeydiniz? Hangi dersler vardı? 

- Arifiye’de yapılan bir sınav sonucu Hasanoğlan’a seçildik, gittik. Hasanoğlan’da, Güzel Sanatlar Kolu’na seçildim. Bu kolda öğrenim görenlere; Müzik, Tiyatro ve Resim ile ilgili dersler veriliyordu. Derslerden anımsayabildiklerim; Özel Öğretim Metotları, Toplumbilim, Askerlik, Yabancı Dil (Üç dilden biri), Eğitim Psikolojisi, Çocuk Psikolojisi, fiark Edebiyatı, Garp Edebiyatı, Edebiyat Tarihi, Devrim Tarihi gibi dersler, ortak derslerdi. Her dersi; konusunda  o günün otoritesi sayılan öğretim görevlileri ve sanatçılar verirdi.

Ben, Güzel Sanatlar Kolu’ndaydım. Ancak, ağırlıklı olarak müzik eğitimi alıyordum. Sazım Piyano ve ikinci sazım ise Kemandı. Müzik eğitimi alanlar, saydığım dersler dışında; Güzel fiarkı Söyleme, Armoni, Solfej, Müzik İmlası, Müzik Tarihi, Form Bilgisi, Enstrüman Yapım ve Onarımı ile Çalgı Bilgisi, Müzik Öğretim Metodu gibi dersler alırdı. Bölümü bitirmek için; en az bir kompozisyon, üç armonizasyon ( iki, üç ve dört sesli) yapma zorunluluğu vardı.  Bu üç armonizasyon, halk müziğinden yapılmak zorundaydı.

• Hasanoğlan’da kimlerden müzik öğrendiniz?

- Ankara Devlet Konservatuarı Piyano öğretmeni, Selçuk Uraz,  Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’ndan fiükrü Arseven (ki bu öğretmen, Suna Kan’ın babası Nuri Beyin Cumhurbaşkanı Senfoni Orkestrası’ndan arkadaşıdır. Suna Kan’ı çok küçükken ilk dinleyenler, bizlerdik).  Basbariton Ruhi Su, Aydın Gün, Süleyman Güler gibi opera sanatçılarından da şan dersleri aldık. Armoni öğretmenliğini, Devlet Konservatuarı’ndan Faik Canselen ve sonraları Kemal İlerici yapmıştır. Ayrıca Devlet Tiyatrosu’ndan Saim Alpago’yu da unutmamalıyız. Solfej ve Müzik İmlası dersini Mehmet Öztekin, Resim ve Sanat Tarihi derslerini ise Malik Aksel vermiştir. İlk yıllarda Eduard Zuckmayer de Hasanoğlan’da Müzik dersleri vermiştir.

• Genel olarak Hasanoğlan’daki müzik eğitiminiz nasıldı?

- Eğitimimiz çok disiplinli ve uygulamalıydı. Zaten başka türlüsü de olamazdı.  Genç insan ruhuna, çocuk ruhuna olumlu etkiler yapacak müzik eserlerine önem verilirdi. 19 Mayıslarda, aynı anda 500 kişilik  halk oyunları ekibi ile oyunlar oynadık. Klasik müzik plak koleksiyonumuz vardı. Düzenli olarak müzik dinler, analiz etmeye çalışırdık. Okulumuzun, eski Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan tarafından armağan edilmiş bir kuyruklu piyanosu vardı. Bu piyanoyu ambalajından benim de içinde olduğum bir gurup, çıkarıp kurduk.

Ankara’daki sanat hareketlerini ve konserleri asla kaçırmazdık. Her konseri izler, değerlendirirdik. Enstitü yönetimi de buna destek verirdi. İnönü’nün de bu konserleri düzenli olarak izlediğini görürdük. Üç yıl boyunca, her Cumartesi, saat 13.00 de Cebeci Konservatuarındaydık. Bakardık, İnönü de orada. Yalnızca bir konsere gelemedi. Ankara’da olmadığını duyduk.

Bu konserler eğitimin bir parçasıydı. Konseri yalnızca izlemez, aynı zamanda analizini yapardık. Bu konserin birinde, İdil Biret’i beş yaşında iken izledik. Yalnızca konserleri değil, resim sergilerini de kaçırmamaya çalışırdık.

• Hasanoğlan’da iken de konserler var mıydı? Konser verir miydiniz?

- Elbette. Enstitü içinde keman kuartetleri ile  ve  Piyano konserleri, koro konserleri verirdik. Çok konuk gelirdi. Bu konuklara  -bakanlar, yerli ve yabancı bürokratlar, öğretim üyeleri-  mutlaka konserler verilirdi. Düzenlenen yurt gezilerinde, gidilen yerlerde ve diğer Köy Enstitüleri’nde konserler vermek geleneğimiz olmuştu.

Hasanoğlan’daki konserler, hem kapalı salonda, hem de öğrencilerin yaptığı Açıkhava Tiyatrosu’nda gerçekleştirilirdi. Kuşkusuz bu salonlarda aynı zamanda çok sayıda tiyatro oyunu da sahnelendi. Hatta ben de Moliere’in  "Gülünç Kibarlar" adlı eserini sahneledim.

 

HASANO⁄LAN’I  BİTİRENLER  DA⁄LARA

• Sayın Yol, Yüksek Köy Enstitüsü’nü bitirenler ne iş yapacaktı? 

- Yüksek Köy Enstitüsü’nün kuruluş amacı, Köy Enstitüleri’nden aldıkları öğrencileri, yine bu enstitülere öğretmen olarak yetiştirmekti. Ayrıca yurt dışına uzmanlık için gönderilecekler de olacaktı. Örneğin, benim de içinde bulunduğum 7 kişilik notları yüksek olan bir ekip, yurt dışına gönderilmek üzere seçilmiştik.  Ancak bu gerçekleşmedi, nedense. Asistanlık gibi, yardımcılık yapıp okulda kalan da oluyordu. Kimileri de Bakanlığın İlköğretim Bölümü’nde staj yapıp, orada kalmıştı. Ama asıl amaç bunlar değildi.

• Siz de Hasanoğlan’ı bitirince bir enstitüye mi atandınız?

- Hayır.

• Ne oldu  ve neden?

- Nedenini kimse söylemedi. 1947 Haziranında Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü Güzel Sanatlar Kolu’nu bitirdim. Bize denildi ki; "Herkes kura ile, yurdun her yerine Gezici Başöğretmen olarak atanacak". Ancak böyle olmadı. Bizi, bölmüşlerdi. Keyfi olarak; kimimizi en uzak yörelere Gezici Başöğretmen, kimilerini ise bakanlıkta çeşitli görevlere atadılar. Nedenini anlayamadık. Enstitülere neden atanmadığımızı da anlayamadık. Beni de Artvin- Yusufeli’nin sarp bir bölgesine Gezici Başöğretmen olarak atadılar.

• Nasıl gittiniz? Oralarda neler oldu?

- Gidişimiz, bir kitap doldurabilir. 16 Haziran 1947 günü Bursa’dan yola çıktık. 30 Haziran 1947’de zar zor merkez Öğdem’e vardık. Daha da yolumuz var. Doğa koşulları çok zordu, yollar ve arazi çok sarptı. Özellikle kışları, buzları, bir tarafı buzlu kaya, diğer tarafı derin uçurum, kimi yerde bir kişinin zorlukla geçtiği patikalardan oluşan bu dağlarda güle- oynaya ve sürekli yürüyerek çalıştım. Öyle ki halk bir süre sonra özenmeye başladı yürümelerime. Bölgemdeki her köyü, her okulu ve öğretmeni düzenli olarak inceledim. Okullar yaptırdım. Hatta o koşullarda bir öğretmen arkadaşla birlikte Taştan Kalp adlı oyunu hazırladık. Öğrencilerle yaptığımız sahnede sahneledik. Oyun çok beğenildi. fiimdi söylemesi kolay. O koşullarda bunu yapmak çok önemliydi. Bunu unutamam.

Ancak, ay başları maaş almak üzere Yusufeli’ne (Öğdem) çıkardım. Kalacak yer yoktu. Savcının evinde kalırdım.

Aradan 54 yıl geçip de, o güzel savcının anıları yayınlanınca anladım ki, o zamanlar her ay düzenli olarak, hakkımda gizli raporlar bile düzenlenmiş. Nedenini hiç anlayamadım. Ama böyle günlerdi.

Ancak hiç yılgınlık yaşamadık. Aryalarımızı, türkülerimizi söylemeyi sürdürdük. Elektrik yoktu. Ancak bizim evde vardı. Çünkü kendimiz, bir dinamo ve akümülatör kurup evimizi aydınlatmıştık.

• Dinamoyu, akümülatörü nereden buldunuz?

- Oralı genç bir köylü, bir işe yarar düşüncesi ile bu malzemeyi ve bir de radyo almış, kullanamamış. Bana sattı. Kurup çalıştırdım.

• Gazete gelir miydi?

- Engüzek’li Osman Çavuş adında, atlardan kervanı olan biri, 15 günde birikmiş Cumhuriyet gazetelerimi Erzurum’dan getirirdi. Gömü bulmuş gibi, bitirene kadar okurduk. Gazeteyi köylülere de okurdum.  Düşünün ki, Osman Çavuş’un atları bile özel seçilmiş küçük atlardı. Büyük atlar bu dağlarda gidip gelemiyordu. Bu dağların koyunları, kurtları bile, diğer yerlere göre küçüktü. Doğa, her şeyi kendine uydurmuştu sanki.

• Çok ilginç ve bu günden bakınca inanması zor. Sonra neler oldu?

- Yusufeli’ne eşimle gitmiştik. Oradan 1950 yılında üç kişi olarak – kızım Ezgi ile-  ayrıldık. Ayrılırken buruk ama çok mutluydum. Çünkü ardımda; beni anlayan bir halk, birlikte çalışmakla övüneceğim eğitmen ve öğretmen arkadaşlarım, ve ancak ayda bir, altı saatlik  - uçurumlar aşarak ve yürüyerek-  Öğdem’e (Yusufeli) gelip gördüğüm, insanoğlu insan bir savcı bırakmıştım. Sadece savcı denemezdi. Müzikten, şiirden, güzel sanatlardan anlayan, vicdanlı bir aydındı o.

• Artvin’den sonra neler oldu?

- Askerliğe başladım. Yedek subay olarak tamamladım. Askerlik bitince Kocaeli-Kandıra’ya Gezici Başöğretmen olarak atandım. Bölgedeki eğitmen ve öğretmenlerin denetiminden sorumluydum. Bu görev üç yıl sürdü. Bu süre içinde Ortaokulda da müzik derslerine girdim. Daha sonra  8 ay süre ile İzmit’te, Yetiştirme Yurdu  müzik öğretmeni ve müdür vekili olarak çalıştım. 1954 sonunda Adapazarı Fatma Hanım İlkokulu Müdürü olarak atandım. Üç yıl kadar da bu görevde kaldım. Bu arada Adapazarı’nda kurulu Öğretmenler Derneği’nde başkanlık yaptım. 

Müzik ile olan  ilişkimi de sürdürdüm. Aynı zaman da okulum olan Arifiye İlköğretmen Okulu’nda geçici olarak müzik öğretmenliği yaptım. Bir yandan da;  Çocuk Kütüphanesi’nde, Adapazarı Öğretmenler Derneği’nde ve Hendek’te  müzik kursları açtım. 1957 yılında kendi isteğimle İstanbul’a atandım. Sanat kurumlarına yakın olmak istiyordum. 

 

İSTANBUL’LA BULUfiMAK

• İstanbul, sizin için yeni bir yaşam anlamına geliyor olmalı. Değil mi efendim?

- Çok doğru. Önce Taşlıtarla’daki okulların öğretmenlerine müzik semineri vermekle görevlendirildim. Hemen peşinden de Aksaray ve Beyazıt’taki Deneme Okulları’nda buldum kendimi. Artık Deneme Okulları müzik öğretmeniydim. Hem öğrencilere, hem öğretmenlere  dersler verdim. Yedi ders yılı boyunca bu okullarda görev yaptım. Bu sırada 27 Mayıs oldu.

• Bu arada Konservatuarla da bir ilişkiniz oldu mu?

- Evet. 1957 yılında İstanbul’a atandıktan sonra, aynı yıl kış gelmeden Belediye Konservatuarı’nda yapılan Sanatçılık sınavını kazandım. Öğretmenlik yanında, aynı zamanda Konservatuar Çoksesli Korosu’nda sanatçı olarak çalışmaya başladım. fief, Muhittin Sadak’tı. Sınavımda piyanistliği de Verda Ün yapmıştı. Artık, uzun ayrılık bitmiş ve müzikle yeniden buluşmuştum.

 

OPERACI BABANIN BALERİN KIZI

• Daha sonra Opera Korosu olan koro, bu koro mudur efendim?

-İstanbul’da ilk defa  Belediye tarafından opera kuruldu. Çok önemli bir olaydır. fiehir Operası kurulunca Konservatuar korosu dağıldı. Benim gibi bazıları da Opera Korosu’na girdi. 

fiehir Operası’nın ilk gösterisi Tosca idi. İlk üç gösteride baş rolü Leyla Gencer oynadı. Benim rol aldığım belli başlı gösteriler ise; Tosca, Madam Buttefly, Puccini, Turandot, Manon, La Boheme,  Yarasa, fien Dul, Maskeli Balo, Rigoletto,  Yevgeni Onegin, Satılmış Nişanlı, Palyaço, Cavaleria Rustikano, Carmen, Hoffmann’ın Masalları, Çardaş Fürstin ve Lucia anımsayabildiklerimdir. Bu arada konservatuarda bale eğitimi alan kızım Ezgi de uzun yıllar balerin olarak operada çalıştı. Pek çok eserde birlikte rol aldık.

• fiehir Operası günlerinden sonra neler oldu?

- fiehir Operası kapanıp, Devlet Operası’na dönüşmeden ve AKM’de inşaat  durumundayken, açılan bir stüdyoda dersler verildi. Burada tekrar sınava girdik. Bu sınavı da kazandım.

 

KURSLAR, KURSLAR, KURSLAR...

• Öğretmenlik bitti mi?

- Öğretmenlik hiçbir zaman bitmedi. Bitmez de. 27 Mayıs’la birlikte Orta Öğretim Kurumları’nda çalışma hakkını yeniden aldım. 1961’de Emirgan Ortaokulu Müzik öğretmenliğine atandım. Tam 16 yıl bu okulda çalıştım. Sadece bu değil. Bir yandan Opera çalışmaları sürerken, bir yandan da; Beşiktaş Kız Lisesi’nde, Baltalimanı Behçet Kemal Çağlar Lisesi’nde ve Vefa Lisesi’nde yıllarca ücretli müzik dersleri verdim.

Bu arada çeşitli ilkokullarda kurslar açtım. 16 yıl, sürekli olarak Levent İlkokulu’nda, Beyazıt İlkokulu, Beşiktaş İlkokulu, Ortaköy İlkokulu, Beşiktaş Büyük Esma Sultan İlkokulu, Çocuk Kulübü, Turgut Reis İlkokulu bunlar arasındadır.

• Çok yoğun bir emek harcamışsınız. Bir yanda da opera var. Zor olmuyor muydu?

- Doğal olarak güçlükleri vardı. Kimi kez günde 16 saat çalışırdım. Ama hiç yorgunluk duymadım. Sevgi, yorgunluğu almış olmalı.

• Operada konuk muydunuz? Hangi eserlerde rol aldınız? 

- Operada, geçici görevli sanatçı kadrosundaydım. Öğretmenliğim de sürüyordu. Devlet Operası’na dönüştükten sonra Atatürk Kültür Sarayı’na geçtik. Burada başlıca; Aida Operası (Büyük sahnede, Ankara Devlet Opera Korosu ile birlikte iki koro olarak), La Traviata, Fidelio, Rigoletto, Othello, Midas’ın Kulakları vb. eserlerde rol aldım.

Operadan, AKM onarıldıktan sonra ayrıldım. Zaten, öğretmenlik ya da operadan birini seçmem konusunda da baskılar başlamıştı. 

• Bu çalışmalara öğretmenleri de katabildiniz mi?

- 1977 yılında, 29 yıl 7 ay üzerinden emekli olarak öğretmenlik yaşamımı da bitirdim. Özellikle İstanbul’daki öğretmenlik görevlerimde ve kurslarda; okulları, öğrenci ve öğretmenlerle organize ederek, onlara sürekli opera izlettim. Konserlere gitmelerini sağlamaya çalıştım. İzledikleri operaların plaklarını bu okullara alarak, dinlettim. Öğretmenler, veliler büyük bir aşkla bizi izlediler, desteklediler.

 

YAŞ 75 OLUNCA

• Sizin, bazı şiirleri müziklediğinizi de duydum. Biraz söz eder misiniz? 

-  75 yaşına dek çalıştım. Bu yaşa kadar pek çok güzel şiirden ve müzikten etkilendim, sevdim. Ben şair veya besteci değilim. Ancak 75 yaşına gelince, çok duyarlı olduğum alanlarda yazılmış olan, değerli şair Mehmet Başaran’ın dört şiirini müziklemeye çalıştım. Bunların ilki; barış, emek ve sevgi konulu "Çınlayan"’dır. Sonra, Harun Karadeniz’in anısına yazılan "Harunlar" şiiri geldi. Bir de konusu; Köy Enstitüleri’nin kurucusu, zamanın İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç olan "Tonguç Baba" var. Son olarak elimde, konusu aşk olan "Baş Döndürücü Sesi Evrenin" adlı şiir var.

• Bu eserler hiç seslendirildi mi?

- Bu eserlerden Çınlayan’ın piyano partisi sayın Mete Sakpınar tarafından yapılmış ve bu eser ilk kez 20 Nisan 2001 tarihinde İstanbul Üniversitesi’nde, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Korosu ve Arifiye Köy Enstitüsü mezunlarından oluşan koro ile ortaklaşa seslendirilmiştir.

Harunlar ve Tonguç Baba’nın piyano partileri ve nota yazımı ise piyanist Eren Aydoğan tarafından yapılmıştır. Harunlar, ilk kez 17.04.2001 tarihinde Lüleburgaz’da oluşturulan bir koro tarafından seslendirilmiştir.

Tonguç Baba ise, Arifiye Köy Enstitüsü Mezunlarından oluşan koro ve İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı korosu ile birlikte; 30 Nisan 2003 tarihinde seslendirilmiştir.

• Elinize, dilinize sağlık. Son olarak, bu birikimin kaynağından da söz eder misiniz ? 

- Bütün birikimimi, Arifiye Köy Enstitüsü ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde; dersliklerde, işliklerde, tarlalarda özgürce, insanca yapılan çalışmaların verdiği güce borçluyum. Ebette buna, Arifiye’de Hamdi Daner’in özel emeğini ve çocuklara duyduğum sevgiyi de eklemeliyim.

• Çok teşekkür ederim. Bizi aydınlattınız.

- Ben de teşekkür ederim. 

05-08 Temmuz 2004  Etiler / İSTANBUL

 

Kısaca YKKED

“Bizler, Cumhuriyetimizin en önemli eğitim projesi olan Köy Enstitüsü çıkışlılarının, kurucularının, çalışanlarının yakınları olarak yan yana gelip.