MEHMET BAŞARAN YAZILARI Kutsal Bir İmecedir Yaşamak Aralık 2003, Sayı:1

Nazım’ın adını anmak tehlikeliydi, büyük suçtu. Düpedüz komünizm propagandası yapmaktı canım. Edremit-Güre öğretmeni Hasan Kudar, bu yüzden ağır cezada yargılanmamış, öğretmenliğinden edilmemişti miydi? Ama Enstitü çıkışlılar için, iki ad daha vardı tehlikeli: Hasan-Âli Yücel, bir de Hakkı Tonguç... Soğuk Savaş Dönemi, Amerika için de Türkiye için de en büyük tehlike komünizm. Korkunç bir afarozu yaşıyordu toplumumuzun yetiştirdiği o iki güzel insan... Hele Tonguç’a çektirilenler...

“Yetişme yıllarımızda Namık Kemal’i okumak suçtu Başaran, diyordu anılarını anlatırken Tonguç. Hiç unutmam, Vatan ve Silistre’yi minarenin şerefesinde okumuştuk bir arkadaşla.."

Pestalozzi ve Devrim adlı yapıtı çevirmişlerdi arkadaşlarıyla. Her biri, bir bölümü üzerinde çalışmış. Bir araya gelmeleri sakıncalı çünkü, çoğaltılan sayfalar, el altından dağılıyor, Nazım’ın şiirleri gibi gizlice okunuyordu. 

Hasan-Âli’ye "Kocaman", Tonguç’a da yamalı pantalon giydiği için "Yamalı" diyorduk aramızda. Konuşmalarımıza kulak kabartan meraklılar, nerden bilecek Kocaman’ın, Yamalı’nın kim olduğunu... Kimbilir izleyicilerin raporlarına nasıl geçmiştir bu adlar...

Yeterince birikim, olgunlaşma olmamışsa, sıçrama yapamazdı toplumlar, "Eğitim Yoluyla Canlandırılacak Köy" diyordu bu yüzden Yamalı... Enstitü dönemindeki gibi, "aydınlatma" görevini sürdürüyordu dostlarına yazdığı mektuplarında.

27 Mayıs öncesi karabasanının, bir patlamaya gebe olduğunu biliyordu Tonguç... Coşkuyla, ayak seslerini duyuyordu yaklaşanın. Ölümünden sonra hazırladığımız Tonguç’a Kitap’ın "Mektuplarıyla Tonguç" bölümünde tohumun taşı delişi gibi, yaşadığını görüyoruz o günlerin.

"Sana bu mektubu, yurdumuzun karanlıktan kurtulup aydınlığa kavuştuğu, ak güllere bezendiği sırada yazıyorum.

27 Mayıs sabahı, tan yeri ağarırken, her şey bir an içinde değişiverdi. İyilik ve güzellik tanrıları harekete geçtiler. Türk ulusunu önlerine katarak kötülüğe karşı coşturdular..."

Ama on yıl, bir yıkıntılık bırakmıştır ardında. Ne Halkevleri, ne Köy Enstitüleri kalmıştır. Amerikalı uzmanların güdümündedir eğitim, bakanlıklar. Değerler, yozlaştırılmıştır. Asıl bundan sonrası zordur:

"Devrimcilerin başlattığı çalışmalara katılırsak, ak güllerle bezenen yurt bahçesinin çiçeklerine kara sinekler kondurmayız. Bu yapılmayacak olursa, gerilik bir gün tekrar başlayabilir"

23 Haziran’da, sesi soluğu 27 Mayıs aydınlığına karışarak, aramızdan ayrılmıştı Tonguç Baba...

"Yok" diyordu Eyuboğlu, “ahlanmak vahlanmak yok, ‘Ayrılmak’ değil, devrimle bütünleşmek bu.” Yurt bahçesini kirizma etmeye, çiçeklerine kara sinekler kondurmama imecesine çağrı... Keşke kurulurken, Köy Enstitülerine "Eğitim İmeceleri" denseymiş...

Evet, İMECE adında bir dergi çıkaracaktık. Yeniden Enstitüleri kurmaya gücümüz yetmezdi, ama o gücü sağlayacak birikimi, düşünsel sanatsal etkinliği yaratabilirdik. Yurdun dört köşesinde dostlar katılmalıydı bu imeceye... Devrimci bir örgütlenme olmalıydı bu.

Her akşam Eyüboğlu’nun Maçka’daki evinde toplanılıyor enine boyuna görüşülüyordu konu. Hasanoğlan Yüksek Bölümünde çıkarılan, 20 Enstitüde üretilen ürünleri sergileyen, harmanlayan KÖY ENSTİTÜLERİ DERGİSİ’nin günümüz koşullarına göre gelişmişi olacaktı İmece. Başta Eyüboğlu, Azra Erhat, Enstitü Müdürlerinden Edip Balkır, fierif Tekben, sonra Günyol, Eczacıbaşı fiakir, İsa Öztürk, Hasan Bilecikli, Mehmet Başaran...

Cağaloğlu’nda yer tutuldu. Her yana mektuplar yazıldı.

Teknik işlerde: fierif Tekben, Karakuş, Hasan Bilecikli...

Ankara kolumuz: Hürrem Arman, Engin Tonguç, Dursun Kut, Makal,  Akçam...

İnönü’den, Hasan-Âli’den, yazılar alınacak. Eyüboğlu, her sayıda "fiiirle Fransızca" derslerini; Azra Erhat, Anadolu Masalları’nı yazacak... Kimimiz ayın karikatürlerini seçecek, kimimiz yeni yayınları tanıtacak....

İMECE başlıklı ilk yazısında "İmececi"lere (Her okurumuz bir imececiydi) şöyle sesleniyordu Eyüboğlu:

1-Herkes, bulunduğu iş alanındaki memleket gerçeklerini aklın ve bilimin ışığıyla, gündelik politikadan, kişisel kaygılardan elinden geldiği kadar sıyrılıp inceleyerek ulaştırsın.

2-Herkes, bulunduğu iş alanında denediği eğitim ve öğretim yeniliğini nedenleri, koşulları ve sonuçlarıyla birlikte, yol arkadaşlarına bildirmeyi İMECE’den istesin,

3-Herkes, bulunduğu çevrede İMECE’nin daha sınırlı bir örneğini bir yaprakla da olsa, gerçekleştirsin...

Yurt yüzeyinde, büyük bir aydınlık patlaması yarattı çağrı. Ege Bölgesi Köy Öğretmenleri Derneği’nden, Göller Bölgesi, Orta Anadolu, derneklerinden sesler geldi. Her sürdürümcü, derginin ortağı sayılıyordu. Özlediğimiz gibi, tüm yurt yüzeyinde uyandıran, bilinçlendiren, örgütleyen bir güzel dostluk, sevgi imecesi başlamıştır. Giderek, Türkiye Öğretmenler Sendikası’nı yaratacak bir yüzbinler imecesi...

 

İMECE

Güçsüzden yanayım kavgada

Büyük öfkelerle bilenmiş sesim

Heyyy diyorum bir dağ sabahından

Yeni piramitlere taş taşıyanlar

Ellerim acıdı be

 

Heyyy gücünden habersiz orman 

Biliyorum Köroğlu olunmaz bu çağda

Ama yedi rengin imecesi aydınlık

Taşlar bıktı gömüt olmaktan

Bırakın çürüsün yalnızlığında firavunlar

 

Dokunsak yıkılır korkunun duvarları

Çıkar herkes zındanından

Eşsiz dolaşımı başlar kanın

Benden sana senden ona

Kutsal bir imecedir yaşamak

 

Bir gök böğürtleni benim sunduğum

Evrenin uyumu tadında

Kalsın bencil mutluluk kokmuş odada

Hadi toprağın suyun böceğin gittiğine

İmece en yoğun sevi

 

Evet, on binlerin, yüz binlerin, giderek bir toplumun imecesi... Yeniden ülkeyi karartmaya kalkışanlara, yurt bahçesinin ak çiçeklerine kara sinekler kondurmaya çalışanlara karşı; kafayla, yürekle aydınlanma savaşımını sürdürenlerin imecesi...

 

 

 

 

Şubat 2004, Sayı:2

 

Sabahattin Eyüboğlu

 

"..Ben Hasanoğlan’da derse başladım. Haftada bir gün bir gece orada kalıyorum. şimdiye kadar yaptığım işlerin en güzelini yaptığımı sanıyorum. Temiz ve gürbüz bir coşku içindeyim. Dört saatlik dersimin dışında Enstitünün sanat, dil ve kitaplık işleriyle uğraşıyorum..."

"...Ankara, benim için her gün biraz daha Hasanoğlan oluyor. Buradayken oradayım. Matbaayı kurduk, derginin (Köy Enstitüleri Dergisi) ikinci sayısını hazırlıyoruz..." (Sabahattin Eyuboğlu ve Köy Enstitüleri, Mehmet Başaran, Papirüs Yayınevi-İstanbul)

Bunları yazan, İstanbul Üniversitesinde romanoloji doçenti iken 1939 da Ankara’ya çağrılan deneme yazarı, sanat tarihçisi, çevirmen Sabahattin Eyuboğlu. Talim Terbiye  Kurulu üyesi, Tercüme Bürosu Başkanı. Doğu ekinini de, Batı ekinini de çok iyi bilen, Cumhuriyet dönemi aydınlanmacılığına ivme kazandıran aydınlarımızdan biri. Tonguç’la Yücel’le omuz omuza yürüyen. Yeni Türk şiirinin, yazınının imecebaşısı...

Neden mi bu değin coşkulu, neden mi o güne değin yaptığı işlerin en iyisini yaptığını sanıyor? Neden mi temiz ve gürbüz bir coşku içinde?

21. yüzyılın insanını yetiştirecek bir eğitim kurumunun kuruluşuna katılıyor çünkü kafasıyla, yüreğiyle. Yıl 1942. İkinci Dünya Savaşı, tüm ağırlıyla üstümüze abanmış. Hasanoğlan, Ankara’ya 35 km. uzaklıkta, İdris Dağı eteklerinde, toprağa kapanıp kalmış orta çağ rengi bir köy... İşte orada suyu, elektriği, yolu olmayan o köyde, Yüksek Köy Enstitüsü kuruluyor.

Eğitimci Hüsnü Cırıltı’ya diyor ki İsmail Hakkı Tonguç:

"Bu Üniversiteyle olmaz, Yüksek Köy Enstitüsüyle biz, geleceğin üniversitesini hazırlıyoruz. 21. yüzyılın insanını yetiştireceğiz. Türkiye bu Üniversiteyle (Ankara’da, İstanbul’da iki üniversitemiz var) yüksek öğrenim sorununu çözemez. 1933’te üniversite reformu yapıldı, ama üniversite geleneğinden kopmadı. Üniversite oturan bir kurumdur, hareketsiz bir kurum. Biz bu kurumla 21. yüzyıla hazırlanamayız. Daha hareketli, toplumla iç içe, toplum içinde kanatları olan bir kurum olması gerek... Biz Köy Enstitülerinde yüksek bölümler açacağız ve o olması gerektiği gibi olacak" (Bir Eğitim Devrimcisi İsmail Hakkı Tonguç, Yaşamı, Öğretisi, Eylemi, Engin Tonguç, cilt 2 s. 25).

Eyuboğlu, bu kurumun yaratılışına, geliştirilmesine, Kurtuluş Savaşının sürdürümü niteliğinde bir eğitim savaşına katılmanın mutluluğunu, diri gürbüz coşkusunu yaşıyor işte.

Abece’nin değiştirildiği yıl (1928), Cumhuriyet Dönemi’nin üniversitesi için yetiştirilmek üzere, seçilip gönderilmiş Avrupa’ya. Aklı yurdunda, Anadolu İhtilali’nin başarıya ulaşmasında. Avrupa Uygarlığının, ekininin köklerine inmeye çalışıyor. Rönesansı, reformu, aydınlanma dönemlerini inceleyip harmanlıyor. Anadolu’dan, kendi gerçeklerimizden bakmaya başlıyor her şeye. Sorunlarımızın öykünmecilikle değil, halkın yaratıcılığını devindirmekte, kendi aydınlarımızı yaratmakla çözüleceği kanısına varıyor. Yurduna döndüğünde de, dört elle sarılıyor Anadolu’ya, Atatürk’ün eğitim, ekin anlayışıyla:

"Biz bu toprakları yoğurmuşuz, bu topraklar da bizi. Onun için en eskiden en yeniye ne varsa yurdumuzda, öz malımızdır bizim. Halkımızın tarihi, Anadolu’nun tarihidir.." (Bizim Anadolu, Mavi ve Kara, Sabahattin Eyuboğlu, s.5.)

Köy Enstitüleri bu anlayışla yeni bir toplum yaratmaya, Anadolu’dan yeni  bir yaşam fışkırtmaya girişmenin eğitim kirizmasıdır. Tıpkı Rönesans dönemindeki gibi halkın söz, saz, dil yaratıları gün ışığına çıkacak, çağcıl bir bilinçle işlenerek sanatımıza, ekinimize ivme kazandıracaktır.

Ankara, bu yüzden gittikçe Hasanoğlan olmaktadır Eyuboğlu için. Atatürk’ün yaratıcı soluğunu duymakta, Kurtuluş Savaşının sürdürümünü yaşamaktadır orada çünkü.

Gelmez denilen sular gelmiş, tutmaz denilen çamlar tutmuştur. Bağ için kazılan topraklardan Roma İmparatorlarına şarap gönderen asmaların kökleri çıkmaktadır.

Stefana Zweig’ın "Yıldızların parladığı Anlar" dediği bir dönem yaşanmaktadır sanki Hasanoğlan’da:

"Tren sesi bir sevinç çığlığı olmuştu. Açık hava tiyatrosunda geçen hafta yatak çarşafından kostümlerle "Julius Caesar" oynanmış, bu hafta Enstitülülerin yazdığı "Bizim Köy" piyesi oynuyordu. Yeni Türkiye’nin insanını, bitkisini, hayvanını, folklorunu yeni baştan ve yerli yerinde görmeye başlayacak bilim merkezlerinin temelleri atılmıştı.(...) Sabah şafakla İstiklal Marşı’ndan sonra kız erkek, büyük küçük bin kişinin birden çevirdiği horonda silinmedik kötülük, savrulmadık hayal, dirilmedik gönül kalmıyordu" (Başaran’ın Ahlat Ağacı adlı yapıtına yazdığı Önsöz’den).

Türkiye’nin dört yanından gelen imece ekipleriyle yükselmektedir. Hasanoğlan’da yapılar. Yirmi Köy Enstitüsünün ürünleri harmanlanarak çıkarılmaktadır, çok sonra Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun "Böyle bir dergi şimdiye değin öbür üniversitelerce çıkarılmadı." dediği Köy Enstitüleri Dergisi, köyün dilek taşı, çeşmesi gibi, yanı başına oturmuştu. Açık Hava Tiyatrosu. Hasanoğlan köylüsü de gelip oyunları izlemekteydi. Enstitünün çeşitli yerlerinde eski ustaların ünlü yontuları (Milo Venüsü, Nike, Yunanlı Çocuk...) İstasyon tepesinde de, Nüzhet Suman’ın yaptığı tohum saçan Köylü yontusu...

"..Yeni Türkiye din ve ırk kavramları üstüne değil, yurt ve dil kavramları üstüne kurulmuştur. Ankara’daki Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin adı "Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir" başlığı ile birlikte Atatürk’ün yeni yurt ve yurttaş anlayışının özetidir." (İlyada ve Anadolu, Mavi ve Kara, Sabahattin Eyuboğlu, s. 286)

21. Yüzyılın insanını yetiştirmeye hazırlanan Yüksek Köy Enstitüsü, bilimin yol göstericiliğinde emişen uygarlıkların, ekinlerin özgün bileşimi olarak gelişmektedir.

Bir yandan da, Tercüme Bürosu, Eyuboğlu’nun yönettiği imeceyle, insanlığın ürettiği düşün ve sanat başyapıtlarını (klasikler) dilimize kazandırılmaktadır. En çok da, Enstitülerde okunmaktadır bu yapıtlar. Özellikle "Ezber bilmek, bilmek değildir" diyen, Avrupa’ya düşünmeyi öğreten Montaigne’yi çevirmektedir Eyuboğlu. Eğitim ve öğretim, bilgiç yetiştirmeyi bırakıp insan yetiştirmeye bakmalıydı Montaigne Baba’ya göre. İnsan, artık ne Tanrının ne kralın kuluydu: İnsan kendini ve dünyayı kavrayan, alın yazısını değiştirebilen insan demekti. Kitabın işi, insanı belli bir düşüncenin kölesi, hamalı yapmak değil, tam tersine özgürce düşündürmek olmalıydı.

Düşünen, düşündüğü gibi yaşayan, eğitimi özgürleşme eylemine dönüştüren kişiydi Eyuboğlu. Çoğaltıp bir hafta önceden dağıttığı metinlerle yürüttüğü Batı Edebiyatı dersleri, aydınlanma imeceleriydi.

"Uygulanmayan bilgi, bilgi değildir" , "Üretim yaşamı değiştirilerek, Anadolu insanı köleliklerin her çeşidinden kurtulmalıdır." diyen, Anadolu ihtilalinin eğitimcisi Tonguç, büyük dostudur Eyuboğlu’nun. Kendi alın yazılarını, toplumun alın yazısını değiştirecek yapıcı, yaratıcı insanlar yetiştirilmektedir Enstitülerde. Kokmaz bulaşmaz bilgiler aktarıcı Batı kopyası okul bir yana itilmiş, Tanzimattan bu yana ilk kez toplumu derinden uyandıran yaratıcılığa ulaşılmıştır.

Köy Enstitüleri bu memlekette kurulmuş, kurulacak halkçı gerçekçi, ilerici, kelimenin tam anlamıyla milli eğitim kurumlarının başında gelir. İlkin bu kurumlarda taklitçilikten kurtulup çağdaş dünya görüşüyle kendi koşullarımıza uygun, varlığımızın köklerine giden bir yol bulmuşuz. Tüketici okuldan, üretici okula geçmişiz, ezberciliğin yerine yaşayan, yaşatan bilgiyi koymuşuz, insanoğlunun seve seve, sevine sevine de çalışacağını, işe koşacağını kanıtlamışız, işçilikle öğrenciliği birleştirerek, her ikisini de angarya olmaktan kurtarmışız, yeşermez bozkırları yeşertmeye başlamışız… Sonra?" (17 Nisan Bir Gurbet Bayramı, Sabahattin Eyuboğlu, Mavi ve Kara, s. 218)

Yücel’i, Tonguç’u en iyi anlayan, onlarla omuz omuza aydınlanmamıza ivme kazandıran Eyuboğlu, çok yönlü bir kişiliktir; tam bir Cumhuriyet aydınıdır: Bize bizi bulduran ekin adamımız, bilgemizdir. "İş ve Eğitim" başlıklı yazısından alınan bölümce, Köy Enstitülerini anlayamayanlara, bir dönemin geride kalmış uygulaması sayanlara, düşün ve ekin tarihinden süzülerek verilen yanıttır:

"Sokrates, Musa, Brahma ,İsa, Muhammed, Dante, Montaigne, Galileo, Shakespeare, Descartes, Spinoza, Rousseau, Marx, Freud, Pasteur, Darwin, Einstein… gibi insan büyüklerinin getirdikleri ortak gerçek, bütün gerçeklerin aşılması gerektiği, kimsenin kimseyi ezmeğe hakkı olmadığı, iyiliğin de, doğruluğun da, yalnız çalışan, arayan, zincirlerini kıran, sınırlarını aşan, köleliklerin her türlüsünden, bir dinin bile köleliğinden kurtulmasını bilen insanlara vergi olduğudur. En büyük bilim ve sanat adamlarının önünde çok değer verdikleri, özendikleri insan, çalıştığı ölçüde yükselen, yediğini hak eden, kimsenin hakkını yemeyen insandır: Üst tarafı, bir sürü değişecek gerçeklerdir. Bin yıl sonra tasarladığımız bütün düzenler kurulup eskidikten sonra, sapa sağlam kalacak gerçek budur olsa olsa" (Mavi ve Kara, s. 225).

Bugünün eğitim kurumları çalışan, arayan, sınırlarını aşan, köleliklerin her çeşidinden kurtulmasını bilen insanlar yetiştirebiliyor mu Köy Enstitüleri gibi?

1947’de bacısı Mimar Mualla Eyuboğlu’na  gönderdiği mektupta:

Gördük nasıl yermiş Hasanoğlan

Nasıl belli değilmiş satan satılan

Nasıl yeşerirmiş insan

Ve nasıl biçilirmiş

Diyecek; satanlara, satılanlara inat, yaşamını bir Köy Enstitüsüne dönüştürecektir dostlarıyla, gerçekleştirdiği çeviri imeceleriyle Tercüme Bürosu’na dönecektir evi. Teknik Üniversitede sürdürecektir, Yüksek Köy Enstitüsündeki derslerini. Köy Enstitüleri Dergisi yerine, İMECE’yi çıkaracaktır dostlarıyla 1960’tan sonra… Eşitliği savunduğu, para düzenine savaş açtığı için giyotine giden Babeuf’ü çevirecektir. Devrim yazıları yasaklanacak, çevireni de yargılanacaktır:

"Babeuf dostumuz bam teline basmış dünyamızın. Kelleyi boşuna vermemiş Danton gibi. Bugün paracıklarını korumak isteyenler, ne Danton’a kızıyorlar artık, ne de Fransız devrimini kafeste aslana çeviren Napolyon’a. İlle de eşitlik diyen Babeuf yok mu? Ona çevriliyor bütün öfkeler…."

Hep aydınlanma duvarına bir tuğla koymaya, düşünmenin önünü açmaya çalışır Eyuboğlu. 12 Mart’ta "gizli örgüt kurucusu" diye içeriye alınması bu yüzdendir.

Babeuf davası sürerken, şöyle yazar dostuna:

"Benim istediğim ne sosyalizm, ne komünizm Ziya kardeş. Ben, sadece akla karayı seçmek isteyenlere yardım etmek gibilerden bir keyfin peşindeyim. Babeuf, Montaigne, Platon, La Fontaine, Goncharof, Malreu, Mallarme, Kafka, Shakespeare, Moliere, Hayam, Sartre, Russel, Rimbaud, Badalaire, Aristophanes, Euripides, Maeterlinck, Duhamel, Vercors, Jules Romains, Jules Renard, Lorca, Melville, Sümer Atasözleri, Hitit yakarışları…vb den çevirilerimin bütün amacı benim anlamak ve anlatmak keyfimdir. Bütün bu çevirilerde iyi ki kazanç gözetmemişim bugüne dek. Savcının beni sırf düşünce planında suçlaması, hoşuma gidiyor. Para için, propaganda için  yapıyorsun da diyebilirdi. Demiyor. Düşünme keyfi için hapse girmek, hiç ama hiç ürkütmüyor beni…"

Ayrıca, Nazım Hikmet’i, Melih Cevdet’in şiirlerini, onun çevirileriyle okumuştur Fransa…

Evet, severek, paylaşarak, üreterek, yaşamı sanata dönüştürmek; düşüncelerini yazıyla, sözle, fotoğrafla dile getirdiğinde; "İnsanla dostça söyleşi kurmak, onunla bir gerçeği paylaşmak, doğru ve güzelde, onu eyleme itmek amacı güder Eyuboğlu"(A.Erhat)

"Sanat üzerine Denemeler ve eleştiriler I-II" (Haz. A. Erhat) ile " Yunus Emre’ye Selam"la, "Köy Enstitüleri Üzerine" ile; altmışa yakın çeviri kitabıyla, belgesel filmleriyle, bugün de "Dostluk" diyor, "Barış" , "Sevgi" , "İMECE" diyor, yaşanmışı, yaşayanı, yaşayacağı derinlemesine sevindiriyor Anadolu bilgesi, yazın ustası Sabahattin Eyuboğlu;

 

O BİR KÖY ENSTİTÜSÜDÜR 

 

Çoktan yıkılıp gitti Atina

Mermer Yapıları ünlü yargıçları toz

Ama Sokrates…

Egemen kılıyor bin yıl sonra da

Yöreye dostluğu aklı

Başlıyor Diyonisos şöleni ve imece

 

Antitosları Meletosları günümüzün 

Bu kez boşuna yırtınmanız

O bir Köy Enstitüsüdür her yerde

Bilge toprağı Anadolu’nun

Erdirir başakları sevinci

"Hitit Güneşi"nde 

 

Bakarsın Montaigne’dir kendini açıklar

Nazımdır söyler yiğit şiirini

Rakı içer Tonguç’la akşamları

Taş kırar yol döşer sabahlara dek

Işır karanlığın dibinde 

"Roma mozaikleri"

 

Merhaba Yunus merhaba Hayyam

Merhaba altın hasatlar

Dilinde türküsü "Halk Ana"nın

Bal peteğine döndürmüş günü

Derken çağın karanlığını sarsan

Taptaze bir Babeuf rüzgarı

 

Merhaba evren…

Mehmet BAŞARAN

 

 

 

 

* Hitit Güneşi, Berlinde Altın Ayı ödülünü alan belgesel

* Roma mozaikleri, Belgesel Film

Mehmet Başaran

 

Tevfik İleri’nin Timsah Gözyaşları

 

Mayıs 2004, S.3

 

 

Değerli bilim adamı İsa Eşme’nin güzel bir yazısı vardı İMECE’nin ikinci sayısında: "Yüreğe Bir Hançer Gibi Saplanma"… Uyarıcı, aydınlatıcı bir yazıydı. AKP Hükümetinin, kaygı verici boyuttaki kadrolaşma devinimi; uyarma, doğru bilgilendirme görevini yerine getirmeyen basının durumu sergileniyordu. Denebilir ki, gaflet, dalalet, ihanet günleri yaşanıyordu. Kötüydü gidiş. Tüm bu olumsuzluklara karşın, gene de karamsar olunmamalıydı.

"Eninde sonunda ulusal uyanma başlayacak, siyasi iktidar geldiği gibi gidecektir. Acaba onlar da gitmeden önce, yaptıkları kadrolaşma nedeniyle DP’nin Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’nin duyduğu pişmanlığı gösterme erdemliliğini gösterebilecek midir?"

Yazıyı okurken, işte burada durup bir soluklanmak, düşünmek gerekiyor. Kim bu Tevfik İleri? Nasıl bir pişmanlık duyma erdemliliği (!) göstermiş? 1957 yılında Rüştü Uzel’in de bulunduğu bir toplantıda günah çıkartmaya soyunması içtenli bir davranış, gerçek bir erdemlilik midir? Yanılmamak için geçmişi iyi bilmek, salt o sızlanma metniyle yetinmemek gerekir.

Amacım, sevgili İsa Eşme’yi eleştirmek değil; tek davranışla kişiler hakkında yargıya varılamayacağını o da bilir. Demek istediklerini güçlendirmeye uygun düştüğü için öyle yapmıştır. Tevfik İleri’yi aklamak gibi bir niyeti yoktur elbet. Bir toplumun geleceğini karartacak denli kötülük yapanların pişman olmaları, erdem sayılmamalı…

İnsan sevgisinin, bol oksijenli bir hava gibi solunduğu Enstitülerde yetişenler, her değere saygılıdır, ama gerçekten "değer" olmak koşuluyla.

şimdi sözü, yaşananlara bırakalım:

"HASTA DİMAĞLAR VE RUHLAR İÇİN şİFA KAYNAĞI"

İkinci Dünya Savaşı’nın zor koşulları içinde yaratılan Köy Enstitüleri, Kuva-yi Milliye coşkusuyla ülkeyi canlandırmaya başlamıştır. Başarılı üretici, yaratıcı eğitim uygulaması dünya eğitbilimine de katkı sayılmaktadır. Her Enstitü, yöresini de etkilemeye başlayan çağcıl bir yaşam birimi olarak gelişmektedir. Samsun Ladik-Akpınar Köy Enstitüsü de, bu çağcıl yaşam birimlerinden biridir. Enstitüyü gezen Bayındırlık Müdürü, yol mühendisi Tevfik İleri, şöyle diyor Akpınar için:

"…Tesadüfen görmemiş olanların katiyen bilmelerine ve tasavvur etmelerine imkan olmayacak şekilde yepyeni bir gençliğin, yepyeni bir neslin bu Köy Enstitülerinde yaratılmakta olduğunu zevk alarak, gurur duyarak gördük. Bugün dileğimiz, Türkiye için çok faydalı olan bu Köy Enstitüleri davasının muvaffak olması, gerçekleşmesidir. Bu güzel bu hayat dolu, istikbalimiz için çok ümit verici bu Enstitüden ayrılırken şöyle düşündüm: ‘şehirlerin kasvetli, insanı bedbin edici havasından bunalanlar, buraya uğramalıdırlar. Burası, hasta dimağ ve ruhlar için bir şifa kaynağı olacaktır." (19 Mayıs Dergisi, Sayı.66, Ağlatı s.167, Mahmut Makal)

MİLLİ EĞİTİM BAKANI

1950 seçimlerini kazanan DP’nin ilk Milli Eğitim Bakanı Avni Başman DP listesinden bağımsız İzmir milletvekili (1885-1965). Öğretmenlikten müsteşarlığa değin, değişik görevlerde bulunmuş, demokrat bir kişi. Başbakan Menderes, Teknik Öğretim Genel Müdürü Rüştü Uzel’in görevden alınmasını, bir de Enstitüleri kapatma hazırlığının yapılmasını ister Başman’dan. DP’nin eğitim politikasını onaylamadığı için, 2 ay 12 gün görevde kaldıktan sonra, Bakanlıktan ve politikadan ayrılır. Başman yerine getirilen Tevfik İleri, gerekçe göstermeden, sekiz arkadaşıyla Tonguç’u Bakanlık emrine alarak göreve başladı. Rüştü Uzel’i görevden aldı, teknik öğretime baltayı vurdu. Ünlü deyimle Köy Enstitülerinin üzerine de balyozu indirdi. Düzmece belgelerle, komünist yuvalarını temizlemeye koyuldu. 27 Mayıs’tan sonra Mehmet Özgüneş, "Bu konuda çuvallar dolusu evrak aldık Tevfik İleri’den" diyecektir. Köy Enstitüsü çıkışlılar için, özel gizli kanaat raporları dolduruldu. 1950’de Genel Af çıkarılmış, Nazım Hikmet de bundan yararlanmıştı. 1946’da Genel Müdürlükten ayrılmış Hakkı Tonguç için soruşturma açtırıldı. Danıştay’a açtığı davayı kazandığı halde, işleri sürüncemede bırakılarak, bir tür işkence uygulandı Tonguç’a.

Giriştiği mücadelede Reşat şemsettin’den, kimi Halk Partili milletvekillerinden yardım gördüğünü söylüyor, "bütün vatandaşlar önünde ‘şuna buna komünist diye bütün vatandaşlar tehlikeye tehdide maruz bırakılıyor’ diyerek CHP başkanı giriştiğimiz davayı dejenere etmek istedi" diye de yakınıyordu. Büyük Millet Meclisi’ndeki gizli oturumda şunları söylüyordu Tonguç için:

"Hakkı Tonguç değil ilk Tedrisat Umum Müdürlüğü, değil Talim Terbiye Azalığı, değil resim hocalığı, Türk çocuğunun karşısına çıkmayacak kadar bu memlekete ihanet etmiş bir adam olması sıfatıyla onun oradan tutulup atılması, şükürler olsun bize nasip olmuştur. Çünkü biz davamızın uğrunda çalışırken, yalnız arkadaşlarımızdan müzaheret gördük ve istediğimizi yapabilmek imkanını milletten aldık. Bütün hükümet azalarından ve Başbakanımdan yardım gördük."

"Komünist avcılığı"nda o denli ileri gitmişti ki bakan, sonunda Falih Rıfkı: "Hemşinli Mehmet Tevfik Efendi, siz de bir zamanlar Nazım’dan şiirler okuyordunuz. İşte belgeler" demek zorunda kaldı.

Bakan, "Ben o zaman on yedi yaşındaydım" diyerek savundu kendini.

Tevfik İleri, 1950-1953 arası Milli Eğitim Bakanı, sonra da Bayındırlık Bakanlığı, Başbakan Yardımcılığı görevlerinde bulundu. 27 Mayıs 1960’da tutuklandı. Yassıada’da yargılandı. İdama mahkum olduysa da, cezası ömür boyu hapse çevrildi. Ankara’da tedavi gördüğü hastanede öldü.

1957 yılında Rüştü Uzel’in de bulunduğu bir toplantıda söylediklerini bir kez daha okuyalım şimdi:

"Burada sizlere hayatımın en büyük hatasını ve işlediğim en büyük günahı itiraf etmek istiyorum. Bakan sıfatıyla Türkiye’nin gezmediğim tarafı kalmadı. Her gittiğim yerde köyde olsun, kasaba ve şehirlerde olsun daima Rüştü Uzel’in eserleri ile karşılaştım. Anladım ve iman ettim ki bu memlekette en iyi çalışan daire, onun dairesiydi. Devamlı eser bırakan da kendisidir. İşte o zaman, yüreğime bir hançer saplanmış gibi olduğunu hissettim. Ben Rüştü Uzel’in yurda daha nice faydalı eserler vücuda getirecek en olgun, en verimli devrinde, şimdi ne kadar boş ve haksız olduğunu iyice anladığım bir politika gafleti içinde işinden uzaklaştırmıştım. Bu hançer gibi yüreğime saplanan vicdan azabı, benim layık olduğum cezadır. Burada herkesin önünde sayın Rüştü Uzel’in ellerini öperek, göz yaşlarımla ondan bu büyük suçumun affını rica ediyorum".

Tam timsah gözyaşları değil mi?..

Değerli eğitimci Rüştü Uzel, hiç karşılık vermez, dinleyici topluluğu arasından sessizce çıkıp gider.

Rüştü Uzel suskunluğuyla: Ya dayanaksız suçlamalarla işinden ettiğin, yaşamlarını kararttığın yüzlerce öğretmen, ya halkımızın umudu, Cumhuriyetin en önemli, en değerli eseri Köy Enstitülerini kapatma günahın, ya büyük eğitimci Hakkı Tonguç’a ettiklerin, ya öbür bakanlıklarında politika gafletiyle yaptıkların… mı demek istemiştir acaba?..

Erdemlilik değil, timsah gözyaşları…

 

 

 

 

Mehmet Başaran

 

Yaşam Meşalesini Parlatan Vedat Günyol

 

Ağustos 2004, S.4

 

 

Düşmanlarına inat, Köy Enstitüsü ruhu, kırk yıldır taptaze duruyor (1989). Öğretmen, yazar, eleştirmen, yayıncı Vedat Günyol söylüyor bunları. Yüzyılımızın aydınlık tanığı, doksan yaşına değin öğrencileri, okurlarıyla birlikte düşünen, 20’yi aşkın telif, 50’nin üstünde çeviri yapıtıyla düşüncemize, sanatımıza "yeni ufuklar" açan (24 yıl çıkardığı Yeni Ufuklar dergisi) yazım emekçisi, aydınlanma savaşımcısı; yaşamı, davranışlarıyla örnek insan…

10 Temmuz Cumartesi günü; Tonguç Baba’nın, İmece arkadaşları Sabahattin Eyüboğlu’yla, Azra Erhat’ın, Cevat fiakir’in, Ferit Oğuz’un yanına uğurladık onu da. Anadolu’ya bilgiyle, bilinçle sahip çıkan; kafaları, yürekleriyle kendilerini halkına adayanların yanına…

İlkin Hasanoğlan’da tanıdım Vedat Günyol öğretmeni. Akşam üstü istasyona inip, dört gözle beklediğimiz Ankara-Kırıkkale treninden içi dışı aydınlık insanlar iniyordu o yıllarda (1944…) Hasanoğlan’a, Sabahattin Eyüboğlu, Prof. Saffet Korkut, İrfan fiahinbaş’larla birlikte, bir küme Yüksek Bölüm öğrencisi ortasında gencecik, tığ gibi Günyol da yürümeye başlardı enstitüye doğru. Epey çekerdi dersliklerle, barınaklar… Yol boyunca, öğretmenlerimizle söyleşmenin tadı başkaydı. Nusret Zuman ustanın yaptığı Tohum Saçan Köylü yontusunun yanından geçerken bir ışık patlaması yaşanırdı. Stefan Zweig’in dediği yıldızların parladığı anlardaydık sanki. Atatürk’ün efendi saydığı köylü, içinden aydınlanarak doğrulmuş, tohum saçıyordu bozkıra… yepyeni bir yaşamın tohumunu. Ona bakarken, saygıyla ışıyordu gözler… 

İvme  kazanıyordu Anadolu Devrimi…

Derslikte, yemekhanede, bağ evinde onlarla hep beraberdik. Kurcalamadığımız konu yoktu. Bizi çoğaltan, bir sıcak dostluk, bir güzel beraberlikti…

Yazılarından, çevirilerinden biliyorduk Günyol’u. Orhan Burian’larla çıkardıkları Yücel Dergisi’ni izliyorduk. "Atatürk, Doğu’nun Rönesansıdır (Yeniden uyanışıdır)" anlayışıyla: "hümanizma", "aydınlanma" diyorlardı. Tercüme bürosunda, o ak kitapları dilimize kazandıran yerde çalışıyordu. Dünyanın düşün, sanat kaynaklarına açılıyorduk onlarla. Kısa sürede "yıllanmış köylü çarığına dönüyordu" ellerimizde klasikler.

Eyüboğlu’nun onu Tonguç’la tanıştırması mutluluk olmuştu Günyol için. Yokluklu, sıkıntılı savaş yıllarıydı. Çokları "Hasanoğlan" denilince burun kıvırdıkları halde, gönüllü olarak Fransızca öğretmenliğini üstlenmişti. Nasıl da dört elle sarılmıştı işine; ders saatleriyle yetinmiyor, boş zamanlarında da ilgileniyordu öğrencileriyle. Çeviriler, yazılan şiirler, denemeler üstünde konuşuyordu, yön veriyordu sulara… 

Kaynaşıvermişti bozkırla, boz giysili, ter kokulu köy çocuklarıyla.

Çok sonra, şöyle anlatacaktı o günleri bir yazısında: “Anlatılmaz bir öğrenme susuzluğuyla karşılaştım Hasanoğlan’da. Burası bir bilim tapınağıydı sanki. Klasik eğitimin yapay düzeni yıkılmış; yerini içten sıcak bir öğretmen-öğrenci, öğretmen-arkadaş, öğretmen-kardeş ilişkisine bırakmıştı."

Büyük yazım ustamız, ekin adamımız, çağdaş bilgemiz; “Beni Enstitülüler yetiştirmiştir” der, büyük bir alçak gönüllülükle. Anadolu’yla kucaklaşma, Anadolu ekinine sahip çıkma; eğitimi özgürleşme eylemine dönüştürme savaşımı olacaktır yaşamı bundan sonra. Enstitüler kapatılmış olsa da, ak kitapların yayınlanması durdurulsa, ya da yozlaştırılsa da bir enstitü gibi sürecektir Eyüboğlu, Günyol, Azra Erhat, Cevat fiakir imecesi…

Bakanlığın yapamadıklarını, yapmayı göze alamadıklarını yaparlar Çan Yayınları dizisiyle; ilerici düşün yapıtlarını kazandırırlar dilimize Russell’i, Russo’yu, Thomas More’u (Utopia), Campanella (Güneş Ülkesi), Devrim yazılarını, Rabitais’nın Gargantua’sını onların çevirilerinden tanır okurlar.. ve daha nicelerini…

Üretici, yaratıcı bir imeceye dönmüştür Günyol’un yaşamı. İnsanın insan kavşağında buluşmasıdır ona göre öğretmenlik. Evi, küçük dergi yönetim odası, yaşam, hep “insan kavşağıdır” onun için.

Can dostu Orhan Burian’la Arifiye Köy Enstitüsü’nde geçirdikleri bir haftayı unutamaz. Onur konuğudurlar Enstitünün. Her sabah davul zurna eşliğinde oynanan halk oyunları ile bayram yerine dönen iş başı alanı… Gerçek demokrasinin yaşandığı hafta sonu değerlendirmeleri, arı kovanı gibi oğul oğul işlikler, derslikler, tarlalar… Yepyeni bir yaşam fışkırtan derin işlenmiş toprak, özgür okuma saatleri:

Sırtlarında boz urba, ayaklarında postal

Yürüyordu bir aydınlığa doğru

Ak alınlarda Türkiye…

Sonra oy pazarına sürülen Cumhuriyet dönemi kazanımları… Reşat fiemsettinli, Banguoğlululu, Tevfik İlerili ihanet yılları…

Sirer döneminin sorgucu müfettişi İsfendiyaroğlu’nun raporunda şöyle yer alıyordu Burian’la Günyol’un adları:

“..Vedat Günyol ile Doç. Orhan Burian klasikleri tanıtmak için Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne gidecekleri için kendilerine kolaylık gösterilmiş. Klasiklerin mahiyeti karanlık eserler olduğu göz önüne alınırsa, bu hareketin manasının anlaşılması kolaylaşacaktır.."

Enstitüleri kapatanlar, oralarda çalışanları, ilkelerini savunanları da düşman bellediler, yaşamlarını karartmaya çalıştılar. 12 Mart balyozcuları "Komünist partisi kurucusu" diyerek cezaevine tıktı Günyol’u, Eyüboğlu’nu…

Yaman bir Günyol portresi çiziyor İlhan Selçuk:

“Gözlerimi açtım... 

Sabah.

Yanımızdaki ranzanın alt yatağında Sabahattin Eyüboğlu mışıl mışıl uyuyor; tavana yakın pencere ağarmış, Cahit Sıtkı Tarancı’yı anımsatıyor:

Her mihnet kabulüm yeter ki

Gün eksilmesin penceremden

Tutukevi burası…

Güneş doğdu doğacak, kimse uyanmadan kalkayım, işimi göreyim, elimi yüzümü yıkayayım, avluya çıkıp bir soluk alayım, derken kapıyı açınca Günyol’u gördüm.

İsa’dan önce iki bin yılına doğru Ege’nin Anadolu yakasında yaşamış bir bilge. Geniş alnı, ak saçlarıyla sessiz, durgun, dengeli. Geceden kalmış mangalın soğumuş külleri altında sıcaklığını koruyan iki köz gibi, iki gözü…

Sağ elinde süpürge…

Sol elinde faraş.

Günyol nöbetçi..

Ortalığı süpürüyor, geceden kalma sigara tablalarını temizliyor, ortalığa çeki düzen veriyor, koğuştakiler uyanmadan görevini bitirecek.

Vedat Günyol’un bir mahpushane seherine çizilen izdüşümü belleğime kazındı. Sokrates miydi, Homeros muydu? Belki de Babeuf’tu, yada Voltaire’di, hayır Pir Sultan, Karacaoğlan veya Yunus da olabilirdi bir elinde süpürge öteki elinde faraş tutan adam. Bastille zindanı mıydı? Yoksa bir askeri tutukevi mi?”

Düşün tarihine gölgesi düşen bir portre…

Yaşadığı sürece günleri, Enstitülerdeki "özgür okuma" saatiydi. Okumak, çoğala çoğala yaşatıyordu insanı. O bir ateş yakıcıydı. Resmi yalanların köleliğinden, küflü geleneklerin, yerleşmiş otoritelerin baskılarından kurtulmalıydı insanlar. Birbirlerinin yüzlerine dostça, çıkarsız, art niyetsiz, alnı açık bakabilmeliydiler… İnsan sıcağı bir yaşamdı özlediği…

Kafasındaki bilgiyi, aydınlığı, yüreğindeki sevgiyi ülkesine, insanlığa, dostlarına, düşünce ortaklarına taşıyordu. Üretiyor, paylaşıyordu.

Evet, Günyol deyince: sevgi, dostluk, insan sıcaklığı… Güler yüzlü ciddilik bir de. Bir başka sever Bernard Shaw’u… Dostu fiakir Eczacıbaşı’nın çevirdiği "Gülen Düşünceler"i, özenle yayınlar Yeni Ufuklar dergisinde. Sık sık, Shaw’un bir sözünü yineler: "fiakasız yaşam, kuşsuz ormana benzer". Güleryüzlüdür, şakacıdır o da; kuş sesleriyle güzeldir çünkü orman.

Gerçi, Tembellik Hakkı’nı çevirmiştir, ama boş durmayı hiç sevmez, hem o hak da, emeğin savunusudur bir bakıma.

Bernard Shaw gibi o da: “Bütün çalışma gücümü kullanıp tükettiğim zaman ölmek isterim. Çok çalıştıkça, çok yaşayacağıma inanıyorum. Yaşam benim için titrek bir kandil değil, güçlü bir meşaledir. Olabildiğince güçlü ve parlak olarak yanmasını sağladıktan sonra onu gelecek kuşaklara emanet etmek isterim” diyordu.

fiunca yılını aydınlanma meşalesinin güçlü ve parlak olarak yanmasına harcadıktan sonra, 10 Temmuz 2004’te, gelecek kuşaklara emanet etti onu:

Hoşça kal dünya!

Merhaba evren!

dedi gülümseyerek…

Köy Enstitülerince, 17 Nisanlarca saygılar anısına…

 

Kısaca YKKED

“Bizler, Cumhuriyetimizin en önemli eğitim projesi olan Köy Enstitüsü çıkışlılarının, kurucularının, çalışanlarının yakınları olarak yan yana gelip.