Neden Sanat Eğitimi? Hidayet Telli Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi Resim-İş bölümü emekli öğr. görevlisi Yeniden İmece 4. sayı, Ağustos 2004

Dünya tarihine baktığımızda, büyük devrimler yaşanırken, Dünya’da "sanat" ve "bilim" hep birlikte varlık göstermişlerdir. Rönesans’ta sanat ve bilim çok önemliydi. Fakat Endüstri devriminde insanın yaptığını makinalar yapmaya başlayınca, ürünler halka yayılınca, "Sanat" da belirli bir kesimin tekelinden çıkıp, halka ulaşınca, "Sanat Eğitimi" önem kazandı. Yeni kurumlar, okullar kurulmaya başlandı. "Bauhaus" bu okullardan biridir. "İş Eğitimi" temellerine oturtulmuş ilk güzel sanatlar okuludur. Endüstri ürünlerinin biçim yozlaşmasını önlemek görevini de üstlenmiştir. Genel eğitim içinde "Sanat Eğitimi" ne önem verilerek, halkın eğitilmesini sağlamak istemişlerdir. Kısaca söylemek gerekirse, "Sanat" bu çağda, toplumun ve insanların yaşam biçimini değiştirme görevini üzerine almıştır. Standartlaşma, bu devrin karakteristik bir özelliğidir. Yine bu devirde eski sarayların, kiliselerin yerine halkın gereksinimi olan sosyal konutlar, moteller, hava alanları, süper marketler, konferans ve kongre merkezleri, sergi salonlarının yapıldığını görüyoruz. 

20. Yüzyılın ikinci yarısından sonra bilim adamları, sosyologlar, 21. yüzyılda sanatta yeniden bir doğuş yaşanacağını yazdılar. Sanatla birlikte "Sanat Eğitimi" nin de genel eğitim içinde önemli bir yer alacağını belirttiler. Çünkü duygusal zeka ve yaratıcılık önem kazanmaktaydı.

Yirmibirinci yüzyılın ilk yılları içindeyiz. İnsanlar bilgisayar, Internet  gibi iletişim araçları ile dünyanın her tarafındaki insanlarla iletişim kurabiliyorlar, sergiler açıyorlar, satış yapabiliyorlar. Büyük bir değişimle, daha doğrusu büyük bir devrimle karşı karşıyayız ve bu devrimin daha başlarındayız. Hızı ve niteliği değişen bir devrim. Bu görünmeyen teknoloji, her gün yeni bir harikasını ortaya koyuyor. Bu harikalar karşısında dünyayı bir bütün olarak düşündüğümüzde, sömürmeden ve sömürülmeden yaşamak ve insanlığın gelişimi için gerekenler yapılabiliyor mu? Yaşadıklarımız, umutlarımızı her gün biraz daha söndürüyor. Bu gelişim süreci içinde, ülkemizin yarın nelerle karşılaşacağı açık seçik kendini gösteriyor. Bu büyük değişim süreci içinde ne yazık ki biz sömürülen toplumlar arasında yerimizi alıyoruz. Bunu söylemek bile zor geliyor.

Öyle ki; Cumhuruyetimizin kuruluş ilkelerinin başında yer alan ve Atatürk’ün "Yurtta Barış Dünyada Barış"  sözü ile ifade bulan "Hiçbir insanın ve ülkenin bir diğerini sömürmediği bir dünya" amacı ile yola çıkmış olmamıza rağmen bu gün, bu konumda olamamızın nedenlerini sorgulamamız gerekiyor. Bu büyüklükte bir yüzölçümüne sahip olup, aynı anda dört mevsimin yaşanmasının bile ayrıcalık olduğu bu ülkede, tarihin en eski uygarlıkları ile beslenen insanlarımızla birlikte bu kıskaçtan kurtulmak adına yapılabilecek çok şey olduğu görülecektir. 

Uluslararası sermayeye dayalı, (kendilerini uygar ve üstün sayan) yayılmacı ve buyurgan güçler, bir taraftan "Globalleşme" adını verdikleri "Tekelleşme" sürecinde, artık ulusal kimliklerin ve ulusal çıkarların anlamı kalmadığı propogandasını yaparken ve buna karşı çıkanları değişen dünya değerlerini anlayamayan geri kafalı zavallılar olarak nitelemekte, diğer taraftan, kendi egemenlik alanı olarak gördükleri ülkelerde, toplumları etnik, dini vb. kökenlerine göre ayırmak ve aralarına husumet sokabilmek için her türlü faaliyetten kaçınmamaktadırlar. Üstelik parçaladıkları toplumların taraflarına borç para verip, kendi ürettikleri ölüm makinalarını satarak hem katmerli kazanç sağlayıp hem de bu ülkeleri kan gölüne çevirmektedirler. Dahası savaşan bu toplumlara ilkel ve barbar diyerek, onları kurtarıp, demokrasi, insan hakları ve uygarlık dersi vermek üzere devasa orduları ve ölüm kusan silahları ile bu ülkeleri işgal etmeyi kendilerine bir hak ve insanlık görevi saymaktadırlar. Bu güçler, etki alanlarına aldıkları ülkelerde kendilerine özgü, özellikle eğitim ve ekonomi programları ile bilinçlenmeyi, gelişmeyi ve çağdaşlaşmayı önleyerek yalnız kendi çıkarları için çalışacak sistemler kurmaktadırlar. Ulusal, çağdaş bir eğitim, işte bu nedenle son derece önemlidir. "Unutmamalıyız ki, düşüncelerimiz bizi köleleştirebilir ya da özgürleştirebilir."

Mustafa Kemal’in yıllarca ezilmiş ve sömürülmüş halkla bütünleşerek başlattığı "Kurtuluş Savaşı", bir kurtuluş devrimidir. Halkı, eski çağ koşullarından, ümmet olmaktan kurtarıp, çağdaş bir ülkenin vatandaşı olma konumuna getirmiştir.

Atatürk, diğer ülkelerin karşısında saygınlığı olan, çağdaş ve bağımsız bir ülke, bir devlet yapılandırmak için şu üç temel ilkeyi saptamıştı: 1)Misak-ı Milli (Bağımsız bölünmez yurt)  2)Sa’y Misak-ı Milli (Bağımsız ulusal ekonomi)  3)Maarif-i Misak-ı Milli (Tevhid-i tedrisat, yani ulusal birleşik eğitim.)

Mustafa Kemal, 1908 yılında Suriye’de bulunduğu sırada arkadaşı Müfit’e "Yarının adamı olmak gerekli" diyor. Atatürk’ü farklı ve düşüncelerini ölümsüz kılan, onun "yarının adamı" olmasıdır. 

Yüzyıl gecikmeyle de olsa aydınlanma devrimine Cumhuriyet ile kavuştuk. Aydınlanma devrimi ile birlikte, endüstri devrimini de başarmaya çalıştık. İnsanların, topraktan kopup makinalara yönelmesi, köy yaşamından kent yaşam biçimine geçmesi ve bu yeni yapı içinde toplumsal bilince erişmeleri hiç de kolay olmayacaktır. Bütün sosyal yapı, ekonomi, yerleşim biçimi ve düşünce sisteminin değişmesi gerekmektedir. Ama en önemlisi; cehaletten, orta çağdan kalma dogmalardan ve medrese eğitiminden kurtulmak, tek yönlü düşünce sistemi yerine, düşünceleri irdeleyip, insan olmanın yüce duygularına, yaratma gücüne ve özgürlüğe kavuşmak gereklidir. Çağdaş, uygar insan olabilmek, bağımsız ve özgür bir ülkede yaşayabilmek için, çocuklarımızı, gençlerimizi "yarının adamı" olacak biçimde eğitmekten başka bir yolumuz da yoktur. 

Bu ilke ve amaçlarla başlayan Türk Devrimi ile tarihin en önemli toplumsal değişim hareketlerinden biri gerçekleştirilmiştir. Cumhuriyetin kuruluşu sırasında her insanı umutsuzluğa düşürecek kadar perişan bir halde olan ülkenin genel durumu Mustafa Kemal’i umutsuzluğa düşürmemiştir. 

Nüfusunun yüzde sekseni kapalı bir ortaçağ tarım ekonomisi sürdüren, okuma/yazma oranı yüzde on bile olmayan, Osmanlı İmparatorluğundan kalma feodal toplumsal yapı içindeki bir ülke, on yıl gibi kısa bir sürede çağdaş, bağımsız, güçlü ve hızla gelişen Türkiye Cumhuriyeti olarak uluslararası toplumdaki saygın yerini almıştır.

Ne var ki çok partili parlamenter sisteme geçiş ile birlikte 1946 dan sonra, Mustafa Kemal muhaliflerinin bayraktarlığını yaptığı kesimin iktidara gelişi ile karşıdevrim süreci başlamıştır. Bu süreçte demokrasi kullanılarak demokrasiyi yıkmak amaçlanmış (Bugün kadın hakları özgürsüzlüğünü, özgürlük diye tanımlayarak halkı geriye götürmek, bölmek için kullandıkları gibi.), Mustafa Kemal ve TÜRK DEVRİMİ’nin tüm ilke ve kurumları birer birer yıkılmaya veya işlevsizleştirilmeye başlanmıştır.

Yukarıda değindiğimiz koşullar altındaki ülkede, böylesi bir devrimi gerçekleştirmek ve sürekli kılabilmek için öncelikle insan yapısını değiştirmek, YARININ ADAMLARINI yetiştirmek gerekiyordu. Bu amaçla büyük bir eğitim seferberliği başlatıldı. Ülkeyi kalkındırmanın bu en önemli hamlesinde büyük özveri ile görev alan Mustafa Necati, Hasan Ali Yücel gibi Milli Eğitim Bakanları ve onlarla omuz omuza mücadele veren M.E.B. bürokratlarının emekleri her zaman saygı ile anılacaktır.

Bu bürokratlardan birisi de İsmail Hakkı Tonguç’tur. Milli Eğitim Bakanlığı Levazım ve Ders Araçları müdürü olarak görevlendirilmiştir. Yaparak ve uygulayarak öğrenme ilkesinin benimsenmesi nedeniyle bu müdürlük, bütün derslerin uygulamalı olarak yapılabilmesi için gerekli ders araç ve gereçlerini sağlamaktadır.

Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda M.E.Bakanlığında görev alan eğitimcilerin tek görevi de yoktu. Nerede ne yapılması gerekiyorsa, kim hangi görevde yararlı olacaksa o görevleri üstleniyorlardı.

Tonguç, üstlendiği görevi yaparken onbin köyü gezmişti,  köyün ve köylünün tüm yaşamını incelemişti. Beslenmeden giyime, tarımdan ev gereksinmelerine, çocukları uyuturken söylenen ninnilerden, kaç yumurta ile ne alabileceklerine kadar herşeyi köyün içinde yaşayarak öğrenmişti. Bu arada halkın çağdaşlaşmasını önleyen hastalıkları da saptamıştı: 1) Nüfusunun yüzde doksanı okuma yazma bilmeyen bir toplum çağdaşlaşamazdı. 2) Ortaçağdan kalma bir düzenle endüstri devrimi yapılamazdı. Halkın büyük bir çoğunluğu köylü olan ülkede, köyü kalkındırmadan hiçbirşey yapılamazdı. 3) Ortaçağdan kalma dini bir eğitimle uygarlığa erişilemezdi. 4) "Bugün varık yarın yoğuk.", "Dokuz günlük ömür için on günlük zahre haram.", "Az çalış çok çalış kara toprağın altı senin" gibi insanları tembelleştiren dünya görüşü ile başarıya ulaşılamazdı. 5) Demokrasi ve halkçılık ilkeleri uygulanmadan sosyal problemler çözülemezdi. 6) Yaparak öğrenme ilkesi uygulanmadan insanlar üretken olamazdı. 7) Ayrıntılara önem verilmezse bütünlük ve gelişim sağlanamazdı. 8) İnsanların yaratıcı gücü ortaya çıkarılmadan uygarlığa erişilemezdi.

Tonguç, yaşam boyu sürdürdüğü çalışmaları ile toplumu bu hastalıklardan kurtarmaya çalışmıştır. Atatürk’ün "Uygar olmayan uluslar, uygar ulusların ayakları altında kalmaya mahkumdur." sözü de Cumhuriyet dönemi eğitimcilerinin bir başka ilkesidir. Tonguç’un daha çocukluk yıllarında başlayan uygarlığa erişme, daha sonra da kendisi gibi tüm köy çocuklarını aydınlığa eriştirme çalışmalarını görüyoruz. Tonguç, şöyle diyor; "Köyü canlandırmayı başardığımız gün, milletimizin her sahadaki kudretinin, bugün güç tasavvur olunacak kadar yüksek ve heybetli olacağına inanıyoruz.. Bütün vatandaşlarımızı bu ülkünün yolcusu görmek istiyoruz." Daha sonra Köy Enstitülerinin kurulmasıyla bu düşüncelerini uyguladığını görüyoruz.

Her şeyden önce, öğretmen yetiştirme önem kazanıyordu. Öğretmen okullarına yeni düzenlemeler getirilmişti. Ortaokullar için öğretmen yetiştiren bir kurum yoktu. Kurslarla öğretmen yetiştirmek, ancak geçici bir yöntem olabilirdi. 1926 yılında Konya’da beş bölümü olan "Orta Muallim Mektebi" açıldı. Bu okul bir yıl sonra Ankara’ya taşındı, ertesi sene de yeni yapılan öğretmen okulu binasına yerleşti ve adı, "Gazi Terbiye Enstitüsü ve Orta Muallim Mektebi" oldu.

Ayrıca Musıki Muallim Mektebi olmasına rağmen, sanat eğitimcisi yetiştiren bir kurum yoktu. Tonguç, bir sanat eğitimcisi olarak sanat eğitiminin toplumun kalkınmasındaki önemini çok iyi bilmektedir. Bu alanda yazdığı birçok kitabı da olan Tonguç, dünyadaki çağdaşlaşma hareketinde de sanat eğitiminin önemini görmüştür. Kalkınmanın kaldıracı insan aklıdır. Buradaki insandan amaç, yaratıcı insandır. Gerçek bilgi, yaratıcı, yapıcı olandır. Sanat, yalnızca estetik değerleri taşıyan yalın bir kurum değildir. Toplumun bütün değerlerini birden taşıyan, bu değerleri bilinçlendiren, birleştirici bir kurumdur. Tonguç, çağdaş bir ülke yaratılırken, insanların yaratıcı güçlerini geliştirmek, birçok probleme doğru yanıtı bulabilecek güç kazandırmak, güdümlü değil, özgür, bağımsız bireyler yapabilmek, çalışkan ve üretken olmak için, herkesin sanat eğitiminden geçmesi gerektiğine inanıyordu. " Taklit işlerden, başkası tarafından yapılan, mihaniki olarak empoze edilen fikirlerden, ezbere verilmiş kararlara uyarak hareket etmekten, zora dayalı hizmetlere koşulmaktan nefret eden insanlar yetiştirmeliyiz." diyordu. Sanatı bir süs unsuru değil, bir yaşam biçimi olarak görüyordu. Bunun yalnız plastik sanatlarda değil, müzik, dramatik sanatlar ve edebiyatta da böyle olmasını öngörüyordu.

M.E.B. tarafından sanat eğitimcisi yetiştirmek için bir okul açılmasına karar verildi. Bu kurumun açılmasını hazırlama görevi de Tonguç’a verildi (ya da kendisi bu görevi üstlendi). Ancak okulun öğretim elemanları yoktu. İlk iş olarak bu okulun öğretmenlerini yetiştirmek üzere, ilköğretmen okulu mezunları arasından sınavla beş kişi seçilerek, (Malik Aksel, Hayrullah Örs, fiinasi Barutçu, İsmail Hakkı Uludağ ve Mehmet Ali Atademir) Almanya’ya eğitim için gönderildiler.

1932 yılında bu beş kişi, eğitimlerini tamamlayarak yurda dönerler. Mehmet Ali Atademir aralarından ayrılır, diğerleri Tonguç ile birlikte sonuna kadar çalışırlar. Aralarına daha sonra Hakkı İzet ve Refik Epikman da katılır. Tonguç, Gazi Terbiye Enstitüsü Müdür Vekilliği görevini de üstlenmiştir. Bu beş kişi yurda dönmeden Tonguç Almanya’ya gider ve Atölyelerin gerekli araç ve gereçlerini hazırlar. 1932 yılında Gazi Terbiye Enstitüsü’nde "Resim" ve "İş" olmak üzere iki bölüm kurulur. Bir yıl sonra ülke gerçeklerine uygun görüldüğü için bu iki bölüm birleştirilerek Resim-İş bölümü olur. Bu bölümün kuruluşu, Tonguç’un ilk deneyimidir. Daha sonra Köy Enstitülerinin kuruluşunda bu deneyiminden yararlandığı gibi, bu bölümün mezunları Köy Enstitülerinde öğretmen ve yönetici olarak önemli görevler üstlenmişlerdir.

Resim-İş bölümünün programı yapılırken, hiçbir yerden kopya alınmamıştır. Ülke gereksinimlerine uygun bir program yapılmıştır. "Resim-İş" adındaki "Resim" sözcüğü yalnız tuval ya da kağıt üzerine boya ya da kalemle resim yapmayı kapsamadığı gibi, "İş" sözcüğü de dar anlamda bir fiziksel ve mekanik çalışma, bir elişi anlamını kapsamıyordu. Bu çalışmalar, iki ya da üç boyutlu sanatsal çalışmalar olarak düşünülmüştü. "İş" sözcüğü, burada "Yaratı" ya da "Yaratma" anlamında kullanılıyordu. Üç boyutlu çalışmalar, öğretmen adaylarının yaratıcı güçlerini ortaya çıkararak, görev-biçim-gereç uyumunu sağlamayı öğretmek için yapılan uygulamalardı. Endüstri hızla yayılıyordu. Bu görsel bir teknolojiydi. Yaratıcı, yapıcı, üretken bir toplum hazırlamakla birlikte, halkı bu teknolojiye uyum sağlayacak nitelite yetiştirmek de gerekiyordu. Bölümün görevinin saptanmasından sonra amaçlar belirlendi, amaçlara göre dersler seçildi. Öğretim süresi üç yıldı. İki basamaklı sınav ile okula 22 öğrenci alındı. Öğrenciler, yatılıdır. Öğretmenler de okulda kalmaktadır. Büyük bir coşku içinde atölyeler kurulur, çalışmalar başlar.

Derslerde coşku daha büyüktür. Türkiye’de ilk kez kız ve erkek öğrencilerin hep birlikte hızar ve torna başında özgün eserler yaratmaları, bakırı, pirinci tavlayarak metale yeni biçimler vermeleri, alçıdan heykeller dökmeleri, kil çalışmaları ile kabartmalar, heykeller yapmaları, ağaç, linol oyarak, şablon kullanarak özgün baskılar yapmaları, exlibrizler ve markalar hazırlamaları, vitray, batik, ebru teknikleri kullanarak eserler vermeleri, ağaç işlerinde rölyeften tabağa çeşitli işler yapmaları, canlı-cansız doğayı yorumlayarak resim yapmaları, canlı insan modeller ile desen çalışmaları, yine Türkiye’de ilk kez bir sanat okulunda fotoğrafı bir sanat olarak kullanmayı öğrenmeleri,  yazıyla bloklar, kitapçıklar hazırlamaları, bütün bu çalışmaların yanında öğretmenlik bilgilerini de alarak üç yıl gibi bir sürede başarı ile mezun olacak duruma gelmeleri, olağanüstü bir eğitim modelidir. Öğrenciler, ders dışı zamanlarını okulun koridorlarında özgün yapıtlarını sergilemek,  bahçede çeşitli bitkiler yetiştirmek, hatta bahçıvana planını kendi çizdikleri küçük bir ev yapmak gibi faaliyetlerle değerlendirmektedir. Ayrıca, halka yeni yazıyı öğretmek için kurslar, tiyatro ve koro çalışmaları gibi sosyal faaliyetler de öğrencilerin ders dışı çalışmaları arasında yer alıyordu. Cumhuriyetin 10. yıl kutlama çalışmaları da Tonguç başkanlığında Resim-İş bölümü öğretmen ve öğrencilerine verilmiştir.

Resim-İş bölümünün ilk öğretmenlerine daha sonra bir çok yeni öğretim elemanı katılmıştır. Giderek büyüyen bu ekip ülkeye birçok konuda büyük hizmetler yapmışlardır. Tonguç’un en büyük özelliklerinden biri de birlikte çalıştığı kişilerin (öğrenciler dahil) yaratıcılıklarını, yapılacak çalışmalara katmaktır. Tonguç; "Tek kişide toplanan bir yönetim tarzı, günün birinde çökmeye mahkum bir tarzdır. Bütün elemanları şuursuz, düşüncesiz, zekasını kullanmadan hareket eden, kukla insanlar haline getiren idare şekli budur." diyor.

Resim-İş bölümünde sevgi ve saygı içinde bir eğitim düzeni kurulmuştur. Bu bütünleşme, herşeyi daha iyi, daha güzel yapmayı sağlamıştır. Yatılı bir okul olması, yapılan çalışmaların yoğunluğunu ve verimini arttıran bir faktördür. Resim-İş bölümü, gerek okul içinde, gerekse toplumda etkin bir kurum olmuştur.

1935’de bölüm, ilk mezunlarını verir. Her biri üstlendiği görevlerde çok başarılı olacaktır. Bunlardan Emin Barın, Sait Yada ve Ferit Apa, ileride kurulacak olan "Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu"na öğretmen olmak üzere grafik, yazı ve matbaa üzerine eğitim almak için Almanya’ya gönderilirler. 9 kişi ilköğretmen okuluna öğretmen olarak, 5 kişi M.E.B. bölge müfettişi olarak atanır (Bunların görevi sanat eğitiminin bölgelerde doğru uygulanabilmesini sağlamaktır.). Diğer mezunlar da Resim-İş öğretmeni olarak atanırlar. Çorum Ortaokulunda yapılan baskı çalışmalarının başarısı olağanüstüdür. Cemal Bingöl’ün İngiltere’de açtığı çocuk resimleri sergisi de büyük ilgi toplar.

Bölümün mezunları, Türkiye’nin her yerine dağılmıştı. 20. yıl mezunları sergisinde, o yıla kadar bütün mezunların çalıştığı yerler, haritada gösterilmişti. Resim-İş öğretmenlerinin öncelikli görevi öğretmenlik olmakla birlikte, sanat eğitimcilerine birçok başka alanda da ihtiyaç duyulmaktadır. Bu bölümün mezunları, Halk Evleri’nde, müzelerde, kütüphanelerde, Sanat galerilerinde, M.E.B. merkez teşkilatında, okul müdürlüklerinde görev almışlardır. TRT televizyonunun ilk kameramanları ve sanat danışmanları da yine bu bölümün mezunlarındandır. Daha önce kurulmuş olan Mimar Sinan Üniversitesi (eski adıyla Güzel Sanatlar Akademisi) dışında diğer bütün üniversitelerin Resim-İş eğitimi bölümleri ve Güzel Sanatlar Fakültelerini, yine bu bölümün mezunları kurmuş, ya da kuruluşunda aktif rol oynamıştır.

Tonguç, bu başarılı projesinin ardından, 1935 yılında İlköğretim Genel Müdürü olur. En büyük hedefi köyü kalkındırmaktır. Bu arada "Canlandırılacak köy" ve "Köyde eğitim" kitaplarını yayınlar. Artık "Köy Enstitüleri" fikri iyice belirginleşmiştir. Saffet Arıkan’ın M.E.Bakanlığı sırasında "Eğitmen kursları" ile başlayan çalışmalar, Hasan Ali Yücel’in M. E. Bakanlığı sırasında daha da olgunlaşır ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün "İlköğretim sorunu, insan olma sorunudur." diyerek desteklediği  "Köy Enstitüleri" 1940 yılında kurulur. Türkiye’nin özenle belirlenmiş çeşitli yörelerinde 21 Köy Enstitüsü kurulur. Bu, eğitimde fırsat eşitliğini tüm ülkeye yayma hedefinin bir göstergesidir. İkinci Dünya Savaşı’nın en zor koşulları içinde kurulan Köy Enstitülerinin herbiri bir bölge kurumudur. Köylerden seçilerek alınan öğrenciler, her bölgenin özelliklerine göre hazırlanmış planlar çerçevesinde dersliklerde, işliklerde ve tarım alanlarında yaz-kış eğitim görmektedir. Mehmet Başaran’ın bir yazısında belirttiği gibi; "600-1000 dekarlık bir alanda, ürettikleri ile kendilerine yetebilecek bir işletme. Kız ve erkek öğrencilerin iş içinde öğrene uygulaya, yeteneklerine göre öğretmen, sağlıkçı, zanaat erbabı (demirci, yapıcı, dülger, vb.) olarak yetişebilecekleri eğitim, yaşam birimi. Yemekhaneleri, yatma yerleri, kitaplıkları, müzik ve spor salonları, uygulama okulu, reviri, bağları, bahçeleri ile sürekli gelişen yaşayan, çağdaş bir eğitim köyü."

Köy Enstitüleri’nde alışık olunanın dışında bir eğitim sürdürülmektedir. Tonguç olağanüstü bir özveriyle çalışmakta, öğrencilerin kendi kendini yönetmesi ve yönetime katılması temel olan bir eğitim düzeni oluşturmaya özen göstermekteydi.

Toplumun bütünleşmesinde en önemli etken kültürdür. Kültürü oluşturan etkenlerin en büyük ve önemli kanadını "Sanat" oluşturur. Bunun için Köy Enstitüleri’nde, üretim içinde eğitim, iş eğitimi ve sanat eğitimi bir bütünlük içinde yürütülmüştür. Tonguç’un bu konuya verdiği önem, kitaplarında ve uygulamalarında görülmektedir. G.E.E. Resim-İş bölümünün kuruluş çalışmalarıyla en büyük deneyimini kazanmıştır. "İş içinde, iş aracılığıyla, iş için" ilkesiyle, demokratik, katılımcı bir eğitim anlayışıyla bu başarıya ulaşmıştır. Köy Enstitüleri’nde sanat eğitimi uygulaması yalnız ders içinde kalmayıp, öğrencilerin kendi kurdukları sosyal içerikli kollar ile bu alan pekiştirilmektedir.

Köy Enstitüleri’nde sanat eğitimi, edebiyat ile, müzik çalışmalarıyla, serbest okuma saatleriyle, Resim-İş çalışmalarıyla bir bütündür. Eğlence saatleri, halk oyunları, tiyatro gösterileri, şiir geceleri ile sanat eğitimi yaşayan bir olgu, bir yaşam biçimidir. Uygulanan sanat eğitimi, kişinin sadece duygusal alanını geliştirmekle kalmayıp, bireyin kişiliğini ortaya çıkarmakta, yaratıcılığını arttırmakta, problem çözme ve geniş bir açı içinde düşünebilme yeteneklerini geliştirmektedir. Böylece yaşama biçim vermekte, çağdaş olma yolunu açmakta, özgür ve bağımsız olma duygularını geliştirmektedir. Köy Enstitüleri’nden altı yıllık ömrü içinde bu kadar çok sanatçı yetişmesi, sanat eğitiminin eğitimin tümüyle bütünleşmesi ve bir yaşam biçimi durumuna gelmesindendir.

Köy Enstitüleri’nde öğretmen, öğrenci, memur, işçi, yönetici, herkes aynı yaşam koşulları altında, güçlü bir dayanışma içinde, dostluk, arkadaşlık, sevgi ve saygıyla köyün canlandırılması için çalışmışlardır.

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, sanat eğitiminin öneminin anlaşılmasıyla, bu alan için öğretmen yetiştirme çalışmalarını, G.E:E. Resim-İş bölümündeki uygulamalarla açıklamaya çalıştım. Eğitimde gösterdiği büyük başarılar ile dünya literatüründeki yerini alan Köy Enstitüleri’ndeki uygulamaları da kısaca özetledim. Aslında Köy Enstitüleri’ndeki başarı tüm okullarda gösterilebilirdi. Öğrencilerin akademik zekaları, duygusal zekaları ile birlikte geliştirilmiş olabilirdi.

1932 yılındaki gerçeklere göre yapılan G.E.E. Resim-İş bölümünün özgün programı, 1963’e kadar değiştirilememiştir. İkinci Dünya Savaşı ve daha sonra yaşanan iç siyasi gelişmeler, bunu önlemiştir. Hatta, bölümü kapatabilmek için 1949 yılıda öğrenci bile alınmamıştır. 1960’dan sonra çalışmalar yeniden ivme kazanır. 1963 yılında, tarafımdan hazırlanan bölümün yeni programı, bütün öğretim elemanı arkadaşlarımın özverili katkılarıyla gerçekleşmiş ve uygulamaya konmuştur. Bu program ile, değişen koşullara göre ülke kalkınması ve daha iyi öğretmen yetiştirilebilmesi için gelişimi daha da hızlandıracak biçimde yeni dersler koyarak öğrencilerin daha yoğun çalışmalarını sağlamak, kendilerine güveni arttırmak amaçlanmıştır.. Çok başarılı sonuçlar elde ettiğimiz bu programdan sonra, eğitim alanında ortaya çıkan hızlı değişimlere uyum sağlamak amacıyla, 1974 ve 1979’da hazırladığım, uygulanması halinde en az 1963 programı kadar başarılı olabilecek yeni çağdaş programlar, siyasi nedenlerle M.E.B. tarafından kah başlatılıp kah durdurularak, kimi zaman tekrar geri dönülerek istediğimiz gibi uygulanamamıştır. Uygulayarak öğrenme, deneyerek sorun çözme, sanatsal kuramları uygulama içinde kavrama bu programların temelini teşkil etmektedir. Programlarda, gereğince kuramsal derslerin de yer alması ile birlikte uygulayarak öğrenmenin ağırlıkta olmasına özen gösterilmiştir

1982 yılına gelindiğinde, bölüm Üniversiteye bağlanmış, program geliştirme kurumun denetiminden çıkmıştır. Kurumun sanat eğitimi alanında yılların deneyimi ile yetişmiş elemanlarının, üstelik Üniversite çatısı altında, çok başarılı programlar hazırlayacağı umulurken, Eğitim programları hazırlanması işi, Dünya Bankası kanalı ile Amerikalı uzmanlara bırakılmıştır.

Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mahmut Adem, 29.5.1995 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazısında bu konuyu şöyle dile getiriyor: "Dünya Bankası kredisi ile yürütülmekte olan, Milli Eğitim Geliştirme Projesi ile ulusal eğitimimiz, Amerikalı "sözde uzmanlar"a teslim edilmiştir. Toplam otuzdan fazla Amerikalının, ayda onbin dolar ücretle görevlendirildiği bu proje, üç yıldır hiçbir ciddi çalışma ortaya koyamamış, bizce tam bir fiyaskodur. Çünkü antropoloji eğitimi görmüş, altmış yaşın üstündeki Amerikalı, görevlendirildiği M.E.B. Planlama Araştırma ve Koordinasyon kurulunda ulusal eğitimimizin planlamasını mı gerçekleştirecek? Asıl mesleği gazetecilik olan Amerikalı Laboratuvar okullarında Türk eğitiminin niteliğini mi yükseltecektir? Buna kargalar bile güler. fiu eğitim uzmanlarına bakın!"

Seksen yıl önce ulusal eğitimimizin planlamasını yapan, başarıyla uyguladığı projesi ile literatüre geçen, dünya eğitim tarihine adını yazdıran eğitimcilerin yetiştiği Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu bu içler acısı durumun nedenlerine yazımızın başında değinmiştik.

Bugün, Resim-İş bölümünün adı ve içeriği değiştirilmiş, Güzel Sanatlar Eğitimi bölümü, Resim-İş Eğitimi Ana Bilim Dalı ve Müzik Eğitimi Ana Bilim Dalı olarak önceki iki bölüm birleştirilmiştir. Bölümün programı da "uzmanlarca" yenilenerek, dört disiplinli, kuramsal dersler ağırlıklı, uygulamaya daha az önem veren bir program öngörülmüştür.

Bu görüş, yüzyılımızın başlarında ortaya çıkan ve halâ kimi üniversitelerde devam eden, "akademik" zeka dışındakilerin kabul görmediği "akademizm" in yansımasıdır. Bu düşüncede olanlar; "Sanat yapmak (resim, müzik, şiir, vb.), rasyonel bakış açısından zekanın parçası değildir diyorlar.

Prof. Ken Robinson, "Yaratıcılık" kitabında bu olaya parmak basarak; "Bu ayrımlar artık kırılmaya başladı. Sanat okulları artık derece veriyorlar. Ancak halâ eskiyi savunanlar var. Bunun nedeni özellikle üniversiteler ve genel olarak eğitimin halâ "akademizm" ideolojisi tarafından yönetiliyor olmasıdır." diyerek , bu görüşün eskimiş olduğunu ve öğrencilerin yaratıcı potansiyelini yok ettiğini yazıyor. Bu da ulusal eğitimimizin programlarını yapan Amerikalı uzmanlara, kendi uzmanlarından bir yanıt.

Eğitimin genel hedeflerinin, davranış biçimine dönüşmesinde SANAT EĞİTİMİNİN KATKISI BÜYÜKTÜR. Çünkü, eğitimin bütünleşmesinde hedefle sonuç arasındaki bağı, SANAT EĞİTİMİ kurar. İnsanın zihinsel, duygusal, fiziksel gelişiminde, görme, işitme ve dokunma gibi duyu organlarıyla elde ettiği deneyim ve bilgileri, bir gereci eliyle biçimlendirerek yaratıcı gücünü ortaya koyması, beynin en geniş anlamda çalışmasını ve kullanılmasını sağlar. Böyle bir ortamda, el ile beyin arasındaki merkezlerin potansiyeli son derece geniştir. Bunun için SANAT EĞİTİMİ, zihnin, duyguların ve elin gücünü bütünleştiren en etkin eğitim aracıdır. Bu sonucu bir eserle kanıtlayan başka bir eğitim yolu da yoktur.

Değişim, insanların ortak yeteneğidir. Bu yetenek, eğitim yolu ile gelişebilir. Uygarlaşma da bu yolun bir sonucudur. Bunun için; ZAMAN AfiIMINA UĞRAMAMIfi BİR EĞİTİM HER BİREYİN DOĞAL HAKKIDIR.

Endüstri Devrimi’ni zamanında yakalayamamanın yarattığı sıkıntıları halâ yaşıyoruz. İçinde bulunduğumuz çağı anlayabilmek, uyum sağlayabilmek için, yaşanan son devrime uyum sağlayarak BİLGİ TOPLUMU olmak zorundayız. Durağan olmayan bir eğitim yöntemi bulmak gereklidir. Artık eskiden olduğu gibi, bir üniversiteyi bitirmekle, hatta doktora yapmakla iyi bir iş bulup ömür boyu o işte çalışmayı, bugün hayal etmemiz olanaksız. Çünkü fiziksel üretime dayalı teknolojiden, bilgiye dayalı, görünmeyen bir teknolojiye geçmiş bulunuyoruz. Aynı zamanda bu teknoloji, görülmemiş bir hızla değişiyor ve bunu görünür kılacak biçimde kullanabilmek de ayrı bir yaratıcılık gerektiriyor. Kısa bir zaman sonra "Nano" teknolojiye dayalı düşünemeyeceğimiz yeni oluşumlar yaşayacağız. Bu hızlı değişime eğitim yolu ile nasıl ulaşmalıyız?

Saptanan gerçekler, insan zekasının okullarda öğrendiklerimizden çok daha zengin ve dinamik bir kapasiteye sahip olduğudur. Beyinle ilgili elde edilen bu bilimsel bulgular, insan zekasının çok karmaşık ve çok katmanlı olduğunu göstermektedir. Yalnız "akademik" olan ve olmayan şeklinde iki insan ya da zeka tipi de yoktur. Herkesin değişik derecede görsellik, hareket, matematiksel düşünce, pratik teknoloji, müzik, dans, tiyatro, mimarlık, v.b gibi çok değişik alanlarda zeka ve entellektüel yetenekleri vardır. Kısaca, zeka çeşitlidir. Yaratıcılık ise bilimde, sanatta, teknolojide, yöneticilikte ve insan zekasını içeren her alanda olmalıdır.

Bugün eğitimde, zeka türlerini görmezden gelerek, akademik zeka geliştiriyoruz diye, sınavlarda çocuklara dört şıktan birini işaretletip, aralarından çok az bir bölümünü seçerek, diğerlerini ne olacağı belirsiz bir geleceğe sürüklemekle çağdaşlığı yakalamamız olanaksızdır.

Yaratıcılık, yenilikçilik, olasılıkları araştırmak, değişik çözüm yolları bulmak eğitimin her alanı için gereklidir. Ama 21. yüzyılın eğitiminde kazanacağımız bu yetenekleri yaşam boyu kariyerimizde kullanmak zorunda olduğumuzu unutmamalıyız. Kazandığımız bu yetenekleri, yeniliklere uyum sağlayabilmek için, sürekli olarak yenilememiz gerekecektir. Yaratıcılık, her zaman bireysel bir etkinlikte olmayabilir. Başarılı olmak için, farklı alanlardaki insanlarla birlikte yaratıcı bir etkinliği başarmak gerekebilir. Tabii bu kültürel bir süreçtir.

Farklı zeka türleri olmasa, insana ait kültürün çoğu bugün gerçekleşmemiş olurdu. Bunları insan zekası dışında tutmak olanaksızdır. Düşünmek ve görmek demek, yalnız dünyayı olduğu gibi algılamak değildir. Onun hakkında düşünceler üretmek, yorumlar yapmak, ilgili değerleri anlamlandırmak demektir. Her bireyin yaratıcı gücünü özgür kılmak ya da özgür bırakmak yetmez, işlenmesi de gereklidir. 

Bugün akademik eğitimin dar görüşlülüğü yüzünden, okullardaki eğitim ve öğretimde öğrencilerin gizil güçleri, görmezlikten gelinmektedir. Dahası bu ortamda öğretmenlerin de yaratıcı güçlerinin geliştirilmesi önlenmektedir.

Derslerin sıralanışında bile Resim-İş, Müzik ve Beden Eğitimi hep en alt sıralardadır. Daha iyi bir eğitim istendiğinde ilk iş olarak bu alt sıradaki derslerin süreleri kısaltılarak önemli olan diğer derslere eklenmektedir. Böylece duygusal zekayı geliştirecek, ve akademik zekanın kullanılmasını sağlayacak dersler kısaltılmış, yani "Duygusal zeka"nın gelişimi önlenmiş olmaktadır.

Yakın zaman önce başta İstanbul olmak üzere birçok yerde, en yüksek puanlarla girilebilen okullarda yaşanan ve öğrencilerin bazılarının yaşamlarına mal olan olayların sonucunda (intihar, satanizm, vb.) çocuklarımızın yalnız akademik zekalarını geliştirmekle eğitemediğimiz, toplumsallaştıramadığımız, özgüvenlerini kazandıramadığımız ortaya çıkmıştır.

Prof. Dr. Erdal Atabek, yazdığı yazılarda, duygusal zeka konusunda özetle şöyle diyor: "Akademik zeka eğitimi bizde sayısal ve sözel alan eğitimi olarak görülmektedir. Oysa ağırlıklı olarak duygusal zeka eğitimi de yapılmalıdır. Duygusal zeka eğitiminde şu konular yer alacaktır: 1) Duyguların farkında olmak.  2) Empatik yaklaşım.  3) İletişim kurmak.  4) Kendini kontrol edebilme.  5) Yanlışı kabul edebilme, kendine nesnel bakma.  6) Sevgiyi, saygıyı bilme.  7) Sorumluluk taşıma.  8) Sorun çözme becerisini kazanma.

Prof. Daniel Goleman "Duygusal Zeka" kitabında şu soruların yanıtlarını arıyor: "Neden Duygusal Zeka, Akademik Zeka’dan daha önemlidir?" "Neden Akademik Zeka puanları çok yüksek olan kimileri yaşamda başarılı olamıyorlar?" Goleman, akademik zeka yetenekleri kavramını, kendi temel duygusal zeka tanımını içine alarak eğitilmesi gerekli yetenekleri beş ana başlıkta topluyor. 1) Öz bilinç, kendini tanıma, bir duyguyu oluşurken farkedebilme.  2) Duyguları idare edebilmek. Bu yetenek öz bilinç üzerine kurulur.  3) Kendini harekete geçirmek, duygularını bir amaç doğrultusunda toplayabilmek. Bu daha çok yaratıcılık için geçerlidir.  4) Başkalarının duygularını anlamak. Empati.  5) İlişkileri yürütmek. İlişki sanatı, büyük ölçüde başkalarının duygularını idare edebilme becerisidir. Popüler olma, lider olma içinde yatan bir beceridir.

Görülüyor ki her iki Profesör de duygusal zeka tanımlarında ve duygusal zekanın işlevleri konusunda birleşiyorlar. Bu tanım ve işlevlere baktığımızda da sanat eğitiminin hedef ve ilkelerini görüyoruz. Bu da gösteriyor ki sanat eğitimi, duygusal zeka eğitimi ile akademik zeka eğitimini bütünleştiriyor. Ancak bu yolla yaratıcı, yapıcı zekalarını kullanabilen bir toplum oluşturulabilecektir. Ne var ki, böyle bir eğitimin sonuçlarını çok kısa sürede görmek olanaksızdır. Sanat eğitiminin öneminin anlaşılamamasında temel nedenlerden biri de bu özelliğinde yatmaktadır.

Sanat eğitimi, kimilerinin anladığı gibi yalnız sanatsal yönelme için özel yeteneği olanlara yönelik bir eğitim de değildir. Sanat eğitimi, çocuğu sanatçı yapmayı amaçlamaz. Ancak, temel eğitim okullarında bu alana yönelecek öğrenciler çıkabilir. Öğretmen, bunları sanatsal alanlara yönlendirecektir. Doğuştan gelen farklılıklar olduğu inkâr edilemez. Ancak bunlar, eğitim sonucu elde edilenler yanında hemen hemen hiçtir. Bu da gösteriyor ki, insanların gelişiminde en büyük payı eğitim ve öğretim almaktadır. Böylece yeteneğin de eğitilebilir (hatta eğitilmesi gerekli) bir olgu olduğu ortaya çıkmaktadır.

Sanat eğitimi, okul öncesi dönemden başlayıp, tüm yaşam boyunca çeşitli aşamalarda sürdürülecek ve her yaş düzeyindeki sağlıklı ve özürlü çocuk ve yetişkinler için uygulanacak çok boyutlu bir bütündür.

Yazımda daha önce belirttiğim gibi; kişiyi bütünüyle eğitmek için genel eğitim içinde sanat eğitimi önemli bir yer alır. Eğitim, yalnız öğrencinin akademik becerilerine yönelik değildir. Duyguları, fiziksel gelişimi, etik eğitimi, ve yaratıcılığını içeren süreçleri kapsar. Çocuğun kendini tanıması, özel algılarını keşfetmesi ve anlaması yaşamsal ögelerdir. Çocuğun kişiliğini ortaya çıkarmak, eğitimin önemli bir görevidir.

Sanat Eğitimindeki eğitim hedeflerinin davranış biçimine dönüşmesi, bir değişimdir. Bu hedefler, çocuğun gelişimini amaçlar. Bu değişim, özgür bir ortamda oluşur. Çocuğun içtenliği özgürlüğün temelidir ve onun fantazisini yaratır. Bu içtenliği kaybetmemesi eğitim sistemi ile sağlanabilir. Bunun için eğitim sistemi özgürlüğün oluşumunda da belirleyicidir. Çocuğun bu özgür ortamda içtenliğini göstermesi, onun kişiliğini ortaya koyar. Kişisel düşüncenin ortaya çıkmasını aktivite, yani yapma gücü, hareket gücü, ve duygusal güç sağlar. Yaparak alanı tanıma, onu toplumsallaştırır. Çevre, doğa, tarihi ve düşsel dünya onu yapacağına karar vermede etkiler. Karar verme noktasında, çocuğun bilmesi, yapabilmesi ve problemleri konuşarak çözmesi gereklidir. Yapacağına karar verdikten sonra uygulamada başarı, tekniklere bağlıdır. Değişim ve gelişim burada da önemlidir.

Sanat eğitiminin temel niteliklerine gelince; Çocuğun özgür bir ortamda, kişisel düşüncesinin uygulanmasında, yani yaratıcı düşüncede ve karar vermede geçirdiği sanatsal evreleri şöyle tanımlayabiliriz: Estetik değerlerin yapısında, duygusal karar verme (estetik fenomenler) ve enstrümantal karar verme (sanatsal araç ve gereçler.) yatar. Bu kararın verilmesinde sanat eğitimcisinin uygulayacağı yaratıcı yöntemler önemlidir.Bunlar ise, araştırma, uygulamayı kavrama ve yaratıcı düşüncelerdir. Sanatsal yöntemlerle yaratıcılığın üretilmesi, içsel bir anlatımla başlar. Konuyu araştırmak, düşünceyi anlamada özetlemeyi ve yorum yapmayı öğretir. Bu yorumun anlatımında teknik araç ve gereçler önemlidir. Çocuk düşündüğünü anlatamaz ise başarısızlığa düşer. Başarının tadını cocuğa tattırmak, eğitimin en önemli görevidir. Çocuk, canlandırmada, özetlemek, yorumlamak istediği düşüncesini bir araç ve gereçle aktarırken, önce bir gerginlik yaşar. Daha sonra hayal gücü ve özel girişim yeteneğini harekete geçirerek yapmaya (realize etme) başlar. Bu sırada araya sunma yeteneği girer ve eser ortaya çıkar. Çocuğun geçirdiği bu estetik duyguların gelişimi, onun tüm gelişimini etkiler. Hedeflerin, davranış biçimine dönüşmesinde, bir olgunlaşma süreci de gereklidir. Bu noktada deneyimin önemini unutmamalıyız.

Sanat eğitiminin özelliği kendi yapısında özgürlüğü içermesidir. Ancak bu özgürlük, içsel bir disiplin altında, hem her öğrencinin kişisel öğretimini, eğitimini sağlayacak, hem de toplumsal eğitim açısından birlikte öğrenmesini sağlayacaktır. 

Öğretmenin de yetiştirilmesi sürecinde, bu alanın gereksinmelerini karşılayacak, sanatın bir dalında, sanat problemlerini çözmede yaparak deneyim kazanacağı bir eğitimden geçmesi gerekmektedir.

İnsan duyarlığından yoksun bir eğitim düşünülemez.

 

Kısaca YKKED

“Bizler, Cumhuriyetimizin en önemli eğitim projesi olan Köy Enstitüsü çıkışlılarının, kurucularının, çalışanlarının yakınları olarak yan yana gelip.