Prof. Dr. Oğuz Makal Eğitimi Tersinden Giymek Yeniden İmece 1.sayı, Kasım 2003

Yukarıdaki fotoğrafa ilk bakış, herkesi yanıltabilir. Fotoğrafın tarihi 2000 yılıdır, olay ABD’de geçmektedir, Köy Enstitülü çocuklarla hiçbir ilgisi olmadığı gerçektir. Fotoğraf İstanbul’da ağustos ayında açılan " Mimarlığı Tersine Giymek" sergisinde ve biraz sonra değineceğimiz bir web sitesinde yer almıştır. Olayı biraz daha aydınlatmak çabasıysa bizi bu sergiye olduğu kadar ister istemez Köy Enstitüleri’ne de götürecektir.

İsmet İnönü 1943-44 yılı ilköğretimini değerlendirirken,  ana sorunlarından birini öğrencilerin"devam" sorunu, diğerini "okul binaları" olarak gösterir. Başka zorluklar da vardır. Ama tüm bunlar, üç yıl sonra, bir sonbaharda verilen emeklerin karşılığını almayı beklediği Köy Enstitüleri’nden çıkacak öğrencileri/öğretmenleri (sağlıkçı ve tarımcıyı da)  bekleyiş heyecanı kadar önemli değildir. Her yıl binler sayısı ile öğretmen ve okul elde etmek hayali ile çalışılmıştır. Üstelik çividen cama kadar her şeyin dar ve pahalı olduğu bir zamanda...1945 yılında öğretmen artık yoldadır, çoğu köyde okulların  yapılmasına, öğretmene uygulama tarla ve bahçesi  ayrılmaya başlanmıştır. Hedef, gelecek on yıla ilişkindir. Ve köyler için ilkokulların üstünde üç yıllık teknik karakterde  "üst okullar"ın açılması düşüncesi de gündemdedir. Bu hedefe ulaşmak, " üretimin, yani kazancın artması, memleketin yüksek bir teknik kabiliyet kazanması" demektir. Gözlenmiştir ki Köy Enstitüleri’nden okuyan ve yolu gözlenen öğretmen üretimin artmasını sağlayacak bilgilerle, bulunduğu çevrede/insana teknik kabiliyet aşılayacak becerilerle donatılmıştır. İlkini eğitim süreci içinde, "iş içinde, iş vasıtasıyla, iş için eğitim" yaparak göstermiştir. Sırada ikincisi "köyün canlandırılması"*  vardır...

Ancak bir kaç yıl sonra köy-köylü değil, ağalık kurumu başına gelebilecekleri sezinleyerek birden canlanmış, harekete geçerek Köy Enstitülerini kapattırma eylemini başlatmıştır.   Bilinen; köyün canlandırılmasına yönelik tüm hazırlıkların, gelişmelerin,  içinde toprak ağaları** ve yandaşlarının da bulunduğu siyasal bir eylemle durdurulduğudur. Böylece sadece Cumhuriyet devriminin tüm yurtta yayılan bu özgün projesi değil, eğitimin deneysel, araştırmacı, yaratıcı ve üretici yeni ilkesi, özelliği de eğitim tarihinden silinerek, Türkiye bugünkü ekonomik/toplumsal olduğu kadar trajik eğitsel tablonun içine oturtulur. 

 

Tonguç: "Biz bu Üniversiteyle 21. yüzyıla hazırlanamayız." 

 

İlköğretimde bugün, 11 bin 700 okulda ikili, 18 bin 517 okulda birleştirilmiş sınıflarda eğitim veriliyor. Yaklaşık 7,5 milyon öğrenci bu okullarda olumsuz koşullarda eğitimini sürdürüyor. Eleştirdiğimiz bu eğitim düzeni içinde  bile 3 bin 320 okula, 100 bin dersliğe, 106 bin öğretmene; genel ve mesleki ortaöğretimde 366 okul, 11 bin derslik ve 74 bin öğretmene gereksinim var.   Bu gerçekler bir yana, eğitimin deneysel, araştırmacı, yaratıcı ve üretici ilkesi, sadece öğretmen yetiştiren okullardan silinmedi, her alanda "yaratıcı ve yararlı" ilkesi göz ardı edildi. Bundan ilk/orta eğitim zaten payını aldığı gibi, yüksek öğretim de payını aldı... Yüksek Köy Enstitüsü kurulurken amaçlanan sadece "gerçek öğretmenler" yetiştirmek değildi, aynı zamanda deneysel, araştırmacı, yaratıcı ve üretici ilkelerin hayat bulacağı bir  yüksek öğrenime de model oluşturma düşüncesiydi.   Bu konuda, 1943 yılında üniversite için Tonguç’un söylediklerine dikkat edilmelidir: 

"Türkiye bu üniversite ile yüksek öğrenim sorununu çözemez. 1933’te üniversite reformu yapıldı, ama üniversite geleneğinden kopmadı. Üniversite oturan bir kurumdur, hareketsiz bir kurum. Biz bu kurumla 21. yüzyıla hazırlanamayız. Daha hareketli, toplumla iç içe, toplum içinde kanatları olan bir kurum olması gerek. Canlı, hareketli bir üniversite olması gerek. Biz Köy Enstitüleri’nde yüksek bölümler açacağız. Ve o, olması gerektiği gibi olacak. Yani önümüzdeki 21. yüzyıla bizi götürecek bir kurum olacak." (1) 

1946’da başlayan kırılma, geri adımı olmasaydı, bugün 21 Köy Enstitüsü’nün öğretmen yetiştiren yüksek okullarla birlikte özellikle Anadolu’da gerçek üniversitelerin doğmasına, "kuruluştaki niteliğinden belki de daha yüksek bir niteliğe ulaşacak; birer bölge üniversitesine" (2)  neden olacağı da düşünülebilir. Yeniliklerden uzak, özgür özerk ve üretici olamayan, kendi giriş sınavını yapamayan,  öğrencisi yönetime katılmayan, öğrenciye eleştiri hakkı verilmeyen, öğretim üyelerinin kendi dekan ve bölüm başkanlarını seçemediği,  bazılarında tarikat beylerinin rektör-dekan-yönetici olduğu  ve içinde bulunduğu  kent, bölge sorunlarıyla ilgisini yitirmiş, eğitim teknolojisini kullanamadığı için açık öğrenim gibi modelleri eskimiş, Türkçe’yi bilim dili olmaktan çıkarmış, Türkçe yayına, kitaba, ayrıca sanat kültürüne önem vermeyen bu üniversitelerden ne öğretmen, ne mühendis, ne de bir başka meslekten bireyin yetişmediğini geçen zaman çok açık ortaya koydu.  Fakir Baykurt bir yazısında aynı konunun altını çizer, yeterince üniversite ve fakültelerin olduğunu söyleyerek sorar: "Peki üretim? Teknik üniversitenin elektrik fakültesinde, su fakültesinde öğrenciler laboratuarlarda, amfilerde, projektörlere konan kağıtlarda öğrenirler öğreneceklerini. Uygulama olarak yaptıkları ‘temrin’dir, sınıf geçecek notları alınca yakarlar, hepsini depoya ya da çöpe atarlar." (Cumhuriyet gazetesi, 17 Nisan 1990) Ama bu konunun altını çizen sadece Baykurt değil, iş dünyasından, TÜSİAD’dan kişiler de olmuştur: " (...) Her sektörün, konusunda iyi eğitilmiş insana ihtiyacı var. Üniversite mezunu da aramıyorsunuz. İster bankacılık, ister turizm, ister sanayi her sektörde o işin tarifine uygun insan arıyorsunuz ve bunu bulmakta zorluk çekiyorsunuz. Eğitim sisteminin reforma ihtiyacı var derken işte bunu kastediyoruz. Biz, eğitim kadrolarının yetişmesinde büyük zaman kaybettik. Atatürk zamanında Halkevleri ve Köy Enstitüleri kurulmuştu. Amacı köyden başlayarak eğitimde kadrolaşmayı gerçekleştirmekti.." (Feyyaz Berker, 8 Kasım 1996)

Çalışarak öğrenen ve öğrendiğini yaparak, toplumsal bir rol oynayan insan tipini/meslek adamını oluşturma düşüncesi Unesco’nun kalkınma çabasındaki azgelişmiş ülkelere yönelik önerisi, bazı ülkelerde, bir kurum, sistem olarak görülmeden, total özellik taşımayan ayrıksı uygulamalar biçiminde hayata geçti. Öğretmen yetiştiren Eğitim Fakülteleri ders kitaplarında bile ne yazık hiç söz edilmeyen, değerini bilmediğimiz tarihe gömdüğümüz, bu anıtsal eğitim modelinin bir yüksek öğretim kurumunda, akla hemen gelmeyecek bir alanda  mimariyle ilgili bir fakültede nasıl temel alındığı ve uygulandığı geçtiğimiz aylarda ülkemizde bir sergiyle gözümüzün önündeydi. Kuşkusuz Köy Enstitüleri’ni bilmeyen kuşak için "ilginç" bir eğitim modeliydi. Kaldı ki bu modeli aktaran sergiyi getirtenler de bu ilginç olayı sunarak "şok" yaratması duygusunu taşımıştı, kimse geride bizim eğitim tarihimizden bir sayfa/model olduğunun farkında değildi. Yine de iyi bir iş yapıldığı gerçekti, çünkü...

 

Üniversite öğrencilerine yeni bir pencere mi?

 

Konuya "1990’larda mimarlık pratiğini meşrulaştırma ve toplumsal sorumluluk kavramına yeni bir içerik kazandırma çabalarına yöresel bir ağırlık verildiği Amerika’nın Alabama yöresine bağlı Hale Country"(3)deki uygulamalarda tanık oluyorduk. Gerçekten dar gelirli zenci-beyazların, işsizlerin yaşadığı roman başlıklarına geçtiği gibi "İsa’nın uğramadığı bir yer"dir burası. Ancak tümüyle ayırt edilemeyen şuydu, bu farklı mimarlık yaklaşımı "kelimenin tam anlamıyla ‘kaybedenleri’, ‘dışlananların’, ‘kıyıdakilerin’ bölgesi"   bu yöredeki insanların görenlere acı veren sosyal durumu nedeniyle mi, yoksa öğretimin temel ilkelerinden biri olduğu için mi? Bu iki sorudan birincisi olayı ikinciye de yaklaştırarak, Auburn Üniversitesi Mimarlık Bölümü öğrencilerini "Rural Studio" adıyla oluşacak bir atölye çalışmasını bu bölgeye yönlendirir. Bu programa Mimarlık ikinci ve beşinci sınıf öğrencileri katılmaktadır. 

Daha ayrıntılı bilgi almak için Rural Studio web sayfasına girdikten sonra daha iyi anlaşılıyor ki, bu bölgede ciddi çalışmalar yapılmış, ön araştırmalar, uygulamalar, sonuçlar ortaya çıkmıştır. Yörenin doğa özellikleri dikkate alındığı gibi, seçilen malzemeler orada, hatta o günlerde bulunabilecek (oto camı, oto lastiği, karton artıkları vb.) malzemelerdir. Çizilen projeler tümüyle öğrencilerce ve el yapımı gerçekleştirilmiştir. Yapılan işlere fotoğraflara bakarak kolayca "burada mimar olanla olmayan arasındaki sınırın aşıldığı ve radikal çözümlere varıldığı gözlemlenebiliyor" (4) sonucunu ortaya çıkartıyor. "Rural Studio"nun biraz hayranlık uyandıran başarısı ister istemez, kendi gerçekliğimize "Doğu Anadolu’nun bazı köylerinde, deprem nedeniyle yıkılan evlerin yerine afet konutu olarak yapılan binaların genellikle boş kaldığı" (5) sorunsalına ya da bakışımızı mimarlık öğrencilerine/üniversitelerimize yöneltiyor, Kaya Özsezgin haklı olarak "bizdeki mimarlık öğrencilerine yeni bir pencere açabilir" diyor. (Mehmet Y. Yılmaz da aynı görüşü dile getirir: "Bu sergiyi anlatmamın nedeni, benzer bir uygulamanın bizim mimarlık eğitimimiz içinde yapılabileceğine inancım.)

Rural Studio, şu  başlıklara dikkati çekiyor 1) Eğitimin farklı (iş içinde eğitim) yönünü. 2) Eğitimin insan/insani yönünün varlığı. 3) Sosyal açıdan yerel yönetimlerden beklenen çözümlerin öylesine zor bir iş olmadığı. Ancak, mimarlık gibi endüstri ve çok para kazandırma sanatının ABD’de sadece ikinci ve beşinci sınıf öğrencilerini katarak atölye çalışmalarıyla bile böylesi flaş bir örnek çıkartması, sergiye  "Mimarlığı Tersten Giymek" başlığını yakıştırmıştır. Bu başlık,  yapılmak istenen, ABD eğitiminde yine de özel "teknolojinin olanaklarını en aza indirgeyecek pratik çözüm" arayışlarından biri ya da " öğrencilerin katkısının, mimarlıkta kariyer kazanmış olan meslektaşlarının çabalarına karşı bir (belki) seçenek olduğu"nu söylemek  gerçeğini değiştirmiyor. Diğer üniversitelerde bu tür bir arayış/bakışın olmadığı, eğitimin temel ilkesi-program seçiminin  bu anlayışın sürekliliği ile ilgili  olmadığı biliniyor.

 

Eğitimi nasıl giymek istersiniz?

 

Bilinen başka bir şey, ABD de bir mimarlık programında (ikinci ve beşinci sınıfların katıldığı) bu uygulamanın çok özel-birkaç sömestre hapsolmuş bir eğitsel uygulama olduğudur. Oysa 1940 yılında Köy Enstitüleri’nin, tümünün temel ilkesi olduğu, sadece bir okulda değil, 21 Enstitü ve bölgesinde uygulandığı, "çevresi, girdileri, işlemesi, çıktıları, dönütleri ve gelişmesiyle tam bir dizge" (6) olduğu gerçeğidir. Ayrıca,  sadece kendi çevrelerinde değil, "imece" uygulamasıyla bir çok yerde yapılar yükselten, 1943 Adapazarı depreminden sonra üç ay içinde 20 öğretmen binasını neredeyse anahtar teslimi yapan Köy Enstitülü çocukların hiç biri mimarlık/inşaat fakültesi öğrencisi değildir. 

fiimdi sergiyi düzenleyen Garanti (Bankası) Galeri’den 1940-47 yılları arasındaki Köy Enstitülü öğrencilerin mimari uygulamaları, imece çalışmalarını kapsayan bir sergiyi istemek ve başlığını da "Günümüzde Alabama’daki Hale County’de  Bulduğumuz  Önü Kesilen Türk Eğitimi" koymak doğru olabilir. Ya da Mehmet Y. Yılmaz’ın da sergiyi görür görmez aklına getirdiği gibi, "sadece mimarlık öğrencilerinin değil, öteki bilim dallarında eğitim gören öğrencilerin  de katılabileceği, çok az bir parayla finanse edilebilecek projeleri gerçekleştirebiliriz"  önerisi dikkate alınabilir. Bunun anlamı ise şudur,  keşfedenleri şaşırtan ve belki bir başka ülkede bulunca da bakışımızı yönelttiğimiz, sesimizi yükselttiğimiz  bu eğitim, bugün  olması gerekendir. *** Çünkü, Tonguç’un sözleriyle " Eğitmek bilgi ve kültür kazandırmak; değiştirebilmektir; yaşamı kolaylaştırıp güzelleştirebilmektir." Köy Enstitüleri’nin  kapatılışından sonra, öğretmen yetiştiren kurumlar, Üniversite (unutmayalım 22 yıldır YÖK ve generallerle birlikte yaşıyor) ve  eğitimin/öğrenimin kendisi ciddi olarak ters bir yerdedir. 

Eğitimi "düzgün biçimde giymek zamanı" ise çoktan gelmiştir.

 

 

 

 

 

Prof. Dr. Oğuz Makal

 

Şimdi Korunması Gereken Kültür Varlıkları...

 

Yeniden İmece, 2.sayı, Şubat 2004

 

21. bölgede, artık bugün adları, konumları, görünümleri değişmiş Köy Enstitüleri... Köy Enstitüsü çıkışlı  büyüklerimizle birlikte yaptığımız ziyaretlerde yüzlerine yansıyan kısa süren bir sevinç ışığından sonra, aynı tarif edilmez tedirginlik, kuşku, üzünç... Yatakhaneleri, sınıfları, laboratuarları, revirleri, kitaplıkları, şarkılar marşlar söyledikleri akordeon ya da mandolin çalmayı öğrendikleri müzik odaları ya yerinde değil ya da  kapıları kilitli, pencere çerçeveleri çürümüş,  camları kırık, sıvaları dökülmüş... Bir yaşam-üretim alanı olan ve yarışmalı mimari projelerle yükselen "Cumhuriyet dönemi mimarlık tarihi" açısından da özel önem taşıyan bu yapıların  yok edilişi erken başlamıştır. Belki bu gerçekliği en  iyi, Enstitülerin ilklerinden Çifteler Köy Enstitüsü’nün yöneticisi M. Rauf İnan anlatacaktır:   

"1960’tan sonra idi. Arkadaşlarla gittiğimiz Mahmudiye’de Enstitü binalarında ticaret ortaokulu –ya da lisesi- açılmış olduğunu gördük. Enstitüde öğrencilerin, iki yapıcılık öğretmeniyle birçok öğrencinin, özen, düşün dolu emekleri ve alın terleriyle yapılmış; harcı, gereçleri duygu ile karılmış bu binanın savsaklanmış, boş ve yıkıma bırakılmış olduğunu, yalnız onu değil; ne coşkular emeklerle dikilmiş, sulanmış 50 dekar ormanın, 50 dekar bağın, kurulmasına başlanmış 200 dekar bahçenin kalmadığını gördük.

Kaymakamlanmış, belediyelenmiş, ticaret okulu açılmış, müdürleri, muavinleri, öğretmenleri, memurlarıyla kentleşmiş koca ilçede, yetkililerin gözü önünde bir yapıcı, yaratıcı, üretici eğitim esrimesi (vecdi) ile dolu başlarla, ellerle sağlanmış bu yapıtların ölü bir eğitimin kurbanı olan başların ve ellerin Mahmudiye’deki, bir tek yerdeki acınacak, ağlanacak durumları, görünüşleri idi bu öykü. Bu durum sözcüğün bütün anlamlarıyla korkunç bir vandalizme (yıkıcılık) idi" (1).

Yaklaşık otuz  yıl sonra bir başka Köy Enstitüsü’ne uğrayışta, farklı şeyler mi görülecektir? Belki daha fazlası... Örneğin Gölköy Köy Enstitüsü çıkışlı  H.Tahsin Yılmaz  emek verdiği güzelim parkta yönetim binası yapılışından, akasyaların acımasızca kesilişinden, havuzun betonla dolduruluşundan, kitaplığın bir minare eklenerek Cami’ye dönüştürülüşünden söz eder: "Aşağıya, 1 Nolu’lu yapıya dek iniyoruz 1. No yıkılmamış direniyor. Ama 2. No’dan aşağıda pek yaşam izi yok. Eski yemekhane yıkılmış. Orta yol kaldırılmış. Kıyıdaki öğretmen evleri duruyor. Üzüntüyle ayrılıyorum Enstitüden." (2) (Ek olarak, duvarlara çizili kurt resimleri, yine duvarlara yazılı kuranı kerimden ayetleri, kaldırılmış Atatürk heykeli ne yazık birçok okulda görülenler...)

 

M. Rauf İnan adını açık koymuştur: Vandalizm/ yıkıcılık! 

 

Bugün Enstitüler Koruma altına alınmış da olsa, başka okul/başka eğitim kurumları olarak ve vandalizmden  arta kalanlarıyla karşımızda durmaktadır. Bazıları Anadolu Öğretmen Liseleri olarak yeni-ek binalarla hizmet vermektedir. Öğrencilerin ya orada yaşanmış  gerçeklikten haberi yoktur ya da kendilerine üzeri kinle karalanmış bir sayfa uzatılmıştır.

Oysa, Trakya’dan Güney Doğu’ya dek uzanan geniş alanda üçer-dörder kentleri kapsayarak yirmi bir noktada  bir eğitim, demokrasi, toplum-insan değiştirme haritası çizilmişti. Artık herkesin kabullendiği "iş içinde eğitim" özelliğini bir yana bırakacak olursak, Cumhuriyet devrimleri-değişiminin aynası bu "modern köyler", Prof. Dr. İbrahim Yasa hocamın deyişiyle gelecekte birer  "Köy Üniversiteleri"ne dönüşmesi amaçlanan bu merkezler, Cumhuriyet Dönemi Mimarlığı özelliğiyle de birer anıt olarak karşımızda durmaktadır. Ancak, "kültür varlığı" özelliğini açıklamak  için Cumhuriyetin kuruluş günlerine gitmek yararlı olacaktır.

 

Ulusal Mimarlık Akımı

 

Cumhuriyetin gerçekleşmesi sonrası, sanatın ve mimarinin yeni dünya görüşüne uygun yapıtlar verebilmesi kolay olmasa da, ilk yıllarda sınırlı sayıdaki mimarımız "ulusal mimarlık akımı" içinde kalmayı seçecektir. Peki, ulusal mimarlık akımı nedir? Bu sorunun yanıtı şöyle verilebilir: "1908 yılı, 2. Meşrutiyet sonrasında, özellikle İttihat ve Terakki Fırkası’nın siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel alandaki girişimleri içinde, bulunduğu dönemin koşullarını ve yapısını en çok belirleyen, kesit veren noktalardan biri de mimarlıktır. Özellikle İttihat ve Terakki Fırkası’nın  başlıca düşünürlerinden biri olan Ziya Gökalp’in ekonomi, siyasa, felsefe, hukuk, din, dil alanında geliştirdiği düşüncelerin, zamanla güç kazanması, yaygınlaştırılması, mimarlık alanında uygun bir ortam yaratılmasına olanak sağlamıştır. Kısa zamanda, Milli Mimari, Milli Mimari Rönesansı, Milli Mimari Üslubu, Neo-Klasik Üslup olarak adlandırılan Birinci Ulusal Mimarlık Akımı geçerlik kazanmıştır. " (3) Cumhuriyet, savaş sırasında yanmış-yıkılmış kentleri yenilemek, bir an önce düzenlemek,  öngördüğü değişimi her yerde göstermek isteğindeydi, bu nedenle yönetimin Mimar Vedat ve Kemalettin Bey’in öncülüğündeki bu  üslubu benimsemesi, en kolayından çözümdür. Bu yıllarda Kemalettin Beyin gerçekleştirdiği birkaç yapıyı göz önüne getirelim: Ankara, Ankara Palas (1927), Ankara, Gazi İlk Muallim Mektebi (1927), Ankara Devlet Demiryolları Genel Müdürlüğü (1928). Vedat Tek: Ankara Halk Fırkası Mahfeli/Eski Büyük Millet Meclisi (1924), Ankara Çankaya Gazi Köşkü gibi...Ayrıca Muzaffer Bey, Arif Hikmet Koyunoğlu ve 1900-1930 arasında yurdumuzda eğitim ve uygulama yapan İtalyan mimar Guillio Mongeri (Tekel Başmüdürlüğü, 1928, Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü, 1926) gibi...  Bu akımın örneklerine çeşitli kentlerde, küçük yerleşme bölgelerinde kamu yapılarından (okulları da kapsayarak) konutlara bugün de rastlanabilir. Ancak Cumhuriyetin kuruluş aşamasını geçip yeni atılımlara gereksinim duymaya başlaması, Birinci Ulusal Mimarlık Akımını’na bağlı mimarlara ve yapıtlarına eleştirileri getirmeye başlar. Metin Sözen’in açıklamasıyla "Bunda yavaş yavaş dışa açılma eğilimlerinin de payı vardır." İkilem başlamıştır: Her alanda olduğu gibi mimarlık alanında da ulusal bilinç yaratılmış, ama Türkiye’yi uluslararası alana da taşımak, birikimlerden uluslararası yarışmalar yoluyla yararlanmak, öte yandan kentlerin imar planlarını da vb. yapmak için  çabalar başlatılmıştır. Bu da yabancı uzman/mimarların davetini gerektirir. (1927’de çıkartılan Teşvik-i Sanayi Yasası ile yabancıların ülkemizde çalışması kolaylaştırılır.) Alman ağırlıklı yabancı mimarlar  Ankara’da büyük boyutlu yapılar oluştururken, İstanbul’a gidenlerin bir bölümü örneğin Ernst Egli, Nazilerin iktidara gelmesinden sonra ülkesi dışına çıkmaya zorlanan Hans Poelzig ve Bruno Taut...mimari eğitimine katkıda bulunur. Artık mimaride Birinci Ulusal Mimarlık dönemindeki temel noktalardan kaçınılan içlerinde yurt dışında eğitim yapan Seyfi Arkan, Sedad Hakkı Eldem gibi mimarlarımızın da katkıda bulunduğu ancak ülkemiz mimarları açısından "ulusçuluk ilkesi ışığında çağdaş yöntemlerle mimarlık yaratma isteği"nin tümüyle hayata geçemediği yeni bir evre başlamıştır.* Bu evrenin olumlu yanı, mimarlık eğitimi yapan kurumların ve mimarlarımızın sayısının artması, farklı yanı özellikle kamu yapılarında "Almanya ve İtalya gibi ülkelerdeki siyasal değişmelerin" mimarlıktaki etkilerinin yansıması, yapılarda çimento ve demirin gereğinden fazlaca kullanılması, yerel malzemeyle ilgilenilmemesi, en önemlisi bu girişimlerin ülke çapında yaygınlaşamamasıdır.

 

Mimarlık ve Eğitim arayışında aynı ilkede buluşma

 

1940 yılı, 1950’ye dek uzanacak bir bakıma yabancı mimarların egemenliğine ve mimari anlayışına yönelen tepkinin ve 2. Dünya Savaşı etkilerinin ortaya çıkarttığı, şimdi ülke koşullarına özgü bir mimarinin arandığı İkinci Ulusal Mimarlık Akımı’nın başlangıcıdır. İlginçtir, aynı yıl  ülke koşullarına uygun eğitim ve köyleri canlandırma arayışının da adı konmuş, Köy Enstitüleri de hayata geçmiştir. İkinci Ulusal Mimarlık Akımı içinde yer alan mimarların düşünce ve yaklaşımlarını ortaya koyabilecekleri bir alan da işte Köy Enstitüleri olarak karşılarında durmaktadır. Kaldı ki, gerek bu akım içinde, gerekse Türkiye mimarlığında özel bir yeri olan Emin Onat, mimar  Leman Tomsu ile birlikte ilk adımı "Proto-Köy Ensitüsü Dönemi" olarak adlandırılan Eğitmen Kursu/Köy Öğretmen Okulları Mahmudiye/Hamidiye (1937) ve Kepirtepe’yi (1938) yaparak atmıştır.

 

Diğer Köy Enstitü mimarları  şöyledir:

Gölköy / Kastamonu 1938, Aksu / Antalya 1940: Y. Mimar Asım Mutlu

Akçadağ / Malatya 1940, Beşikdüzü / Trabzon 1940: Y. Mimar Ahsen Yapanar

Akpınar / Samsun 1940: Y. Mimar Leyla A. Turgut

Arifiye / Kocaeli 1940, Düziçi / Adana 1940: Y. Mimar Recai Akçay

Gönen / Isparta 1940: Y. Mimar Celal Biçer

Savaştepe / Balıkesir 1940: Y. Mimar Tahir Tuğ

Pazarören / Kayseri 1940: Y. Mimar Ahsen Yapanar-Mualla Eyüboğlu-Anhegger 

Hasanoğlan / Ankara 1941: Y. Mimar Kemal Ahmet Aru-Orhan Arda- Adnan Kuruyazıcı

Pamukpınar -Yıldızeli/ Sivas 1941: Y. Mimar. Emin Necip Uzman, Mükbil Gündoğan, Eyüp Asım Kömürcüoğlu

Erzurum, Pulur Köy Enstitüsü, 1942: Y. Mimar Mualla Eyüboğlu-Anhegger

Ortaklar / Aydın 1944: Y. Mimar Mualla Eyüboğlu-Anhegger

 

Ulusal çapta mimarlık yarışmaları

 

Yukarıda belirtilen Köy Enstitüleri  projeleri  ulusal çapta mimarlık yarışmaları ile elde edilmiştir. İlk yarışma 1940 yılında yapılmıştır. Her Enstitünün çevre-doğa ve kendine özgü gereksinimi vardır.  Bu nedenle, sanki mimarlarını "İkinci Ulusal Mimarlık Akımı"nın kapsamına almak için yarışma şartnamesinde, mimarın projeyi yapmadan önce  Enstitünün yerini tanıma zorunluluğu konmuştur. ( Yöre, kuruluş yeri, yöresel mimari, yapı malzeme ve tekniklerini görmesi, eğitim amacını yakından tanıması.) Sayın Pakize TürKoğlu’nun altını çizdiği gibi "Yeni kuruluşların yapıları, karanlık koridorlarında öğrencilerin hayal gibi dolaştığı eski tip yatılı okullara benzemeyecekti.(...) Ancak yörenin özelliğine göre her bölgedeki Enstitününün gereksinmeleri değişikti." Mimarların bu özellikleri kapsayan projelerini hazırlamaları için kuruluş yerine gitmesi, en az üç gün kalması  gerekiyordu. Öğreniyoruz ki, "yarışma kurulunda doktor, genel müdür, Enstitü müdürü, tarım uzmanı vb. uzmanlar" (4) bulunmaktadır.

Yarışmacılar yapılarının 1/100 ölçekli cephe resimlerini; 1/200 ölçekli maketlerini yapmak zorundadır. Projede yer alacak her Enstitüde bulunacak ortak temel birimler şöyle saptanmıştır: Okul, toplantı binaları; yatakhane;  işlikler, depolar; mutfak, yemekhane, çamaşırhane, banyo; yöneticiler binası; tavla, ahır, kümesler; revir; helalar, yüz yıkama yerleri, öğretmen evleri. 

İlk yarışma Aksu Köy Enstitüsü için gerçekleşir. Yarışmayı, öncesinde Gölköy’deki eğitmen kursu/öğretmen okulu yapılarını yarışmasız gerçekleştirmiş mimar Asım Mutlu kazanır. Tonguç’un her projede yukarıda belirtilen "olmazsa olmaz" birimlerin fidanlık, bahçe ve tarım alanları ile uyumlu bir bütün oluşturmasını istediğini belirtir. "Binaların işlevsel olmakla beraber, doğa koşullarına uygun, yerel malzeme ve işçilikle gerçekleştirilebilecek gibi ekonomik kolay yapılabilir, basit formlarda şekillendirilmesi idi." (5)

Köy Enstitüleri mimari proje serüveni kaynaklarını   ulusallıktan alan önemli bir mimari deneyim olacaktır. Asım Mutlu’nun açıklıkla söylediği gibi, onları "yurdunun gerçekleri ve olanakları" ile tanıştıracaktır. Asım Mutlu şöyle tamamlar: "...bu görüşleri ilke olarak kabul ettim. Bunlar tüm mimarlık yaşamıma egemen oldu diyebilirim."  

Arifiye’de önce Eğitmen kursu açılmış, kurs öğrencilerini alabilecek iki katlı bir bina yapılmıştır. Arifiye Köy Enstitüsü’ne müdür atanan S. Edip Balkır’ın hem eğitmen kursu için, hem Enstitü’ye gelecek öğrenciler için başlangıçta neler yaptığını, yatakhaneden, yemekhaneye...tahtakuruları yok etmeye dek güçlükleri nasıl yendiğinin öyküsü bir yana, yeni Enstitü Binası’nın yapılışındaki etkin görevi anımsanmalıdır. Önce Tonguç’un gönderdiği bir topoğrafa yeni alanın 1/1000 ölçek haritasını yaptıracaktır. Eski yapılarla bu alanın yol bağlantısını  „yarış havasına girmiş/işi üretecek türlü oyunlar bulan/coşku içindeki" öğrencilerinin katkısı ve yöredeki Bayındırlık örgütünün ödünç verdiği silindir yardımıyla gerçekleştirir. S. Edip Balkır, yarışmaya istekli mimarların ardı arkası kesilmeden Enstitüye geldiğini, hem yöresel araştırma yaptıklarını, hem de onların düşüncelerini aldığını belirtir. Arifiye projesi için kurulan jüriye o da alınmıştır. Gerekçeli ön elemeden sonra, mimar Recai Akçay’ın projesini seçilir. Balkır kendi beğenisini şöye aktarır: „Bu projede benim en çok beğendiğim, okul binası, öğrenci toplantı binası, bir de işliklerde bağlayıcı bir tutuma yer verilmeyip, Enstitümüzün koşullarına göre planlaştırılması olanağına, açık kapı bırakılmasıydı.  Okul binalarında temel olarak alınan ana düşün, pek hoşuma gitmişti. Her bina, bağımsız bir evdi sanki..." (6) Proje kısa zamanda uygulanır. Ayrıca, Balkır kendisi tarafından hazırlatılan ve uygulamasını gördükten sonra Tonguç’un başka enstitüler için istediği demircilik, arabacılık, marangozluk, dokumacılık, boyama işlikleri kurulmasını sağlar. 

Hasanoğlan Köy Enstitüsü projesini çizen ve uygulamaları denetleyen  yüksek mimar (Prof.) Kemal Ahmet Arû, İvriz ve Yıldızeli proje yarışmasına da katılmış ve ikincilik kazanmıştır. Köy Enstitüleri’nin kurucularından Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i Galatasaray Lisesi’ndeki öğrenciliği yıllarında Türkçe derslerine girerken tanır, anılarında „çok kuvvetli bir kişiliği olan, çok ileri görüşlü, atılımcı, sağlam bir karaktere sahip, çok samimi bir hoca idi" diye aktarır (7). Kemal Ahmet Arû, Hasan Ali Yücel’i 1940’larda ziyaret etmiş, 1955 yılında ve sonrasında birkaç  kez yanında olmuş, isteği üzerine Ruşen Eşref Ünaydın’ın kabir projesiyle ilgilenmiştir. Kitabında bir mimar olarak değil, bir aydın olarak getirdiği şu yorum önem taşır: "...Ne yazık ki, birçok çarpık düşünen kimseler, bu gelişmeyi, Türkiye aleyhine olur diye durdurdular...Enstitülerin kapanması Türkiye’nin gelişme hızını çok kesti..." 

 

İlkler:

 

Çifteler’in (Mahmudiye-Hamidiye Eğitmen Kursu/Köy Öğretmen Okulu) Enstitü olmasına karar verildiğinde, Bakanlığın açtığı yarışmayı Yüksek Mimar  Asım Mutlu kazanmıştır. Çifteler’in ilk müdürü M. Rauf İnan bu olayı şöyle anlatır: "Onun çizdiği tasara (plana) göre önce, gereksinmesi çok olan Mahmudiye’de bir binaya başladık. Üst katı yataklık, alt katı derslik ve yemek odası, bitişiğinde  öğretmen konutu olan bina iki katlı olacaktı. Hamidiye’den getirttiğimiz kendi tuğlalarımızla 2. katın yapısını yapmış, çimento bulunamadığından, üstünü kalanlarla örtmüş, 2. kata başlamıştık. Onun da duvarları yapılıp bitince, bu duvarların, çatının ağırlığını kaldıramayacağı kuşkusuna düşmüştüm." Anının bundan sonraki bölümünde iki uzmana danıştığı, biri kardeşi yüksek mühendis Faik İnan, diğeri Mimar Mualla Eyüboğlu, ikisinden de ağırlığı kaldıramayacağı raporunu aldığını söyler. Ama sorunu usta öğretici Sili Usta çözer: alt katla 2. kat arasında beton dikiş yapılacak, 2. kat duvarlarının üstü de beton hatılla sağlamlaştırılacaktır. (Bu başarıyı, istasyona gelen çimentoların taşınma öyküsünü M. Rauf İnan’dan okumak gerçekten duygulandırıcıdır.)

 

Projesi çizilen başka yapılar: Köy Okulları ve Öğretmenevleri

 

Ama konu sadece Köy Enstitüleri yapılarıyla bitmemektedir. Köy Enstitülü çıkışlı öğretmenlerin ve özellikle Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde Yapıcılık Kolu’nu seçen "mimarlık bilgisi, zirai yapıcılık, teknik resim, iç süslemeciliği, sanat ve uygarlık tarihi" okuyan, seminerlere katılan öğrencilerin Köy Okulları ve öğretmenevleri yapabilmeleri/yapmayı öğretebilmeleri için yine Tonguç’un önerisiyle üç iklim bölgesine göre istenirse taş, gerekirse tuğla ya da kerpiç duvarlı olacak üç tip proje hazırlanmıştır. Projeler devlet matbaasında basılarak çoğaltılmıştır. 

Yapı projelerini hazırlayan Mimar Prof. Asım Mutlu değinilen bu gerçekliğin içinde çok yönlü yaşamıştır. "Ben de verilen ikinci mevki yataksız bir biletle İstanbul’dan Ankara’ya ve oradan Hasanoğlan’a gidiyor ve gençlere projeleri, dikkat edilecek hususları, yapı kaidelerini anlatıyordum. Geceleri içlerinde tertemiz amerikan çarşaflar serili yatakların bulunduğu yatakhanelerde kalıyorduk. (...) Mualla Eyüboğlu mimarlığı adeta gönüllü olarak yapıyor, durup dinlenmeksizin çalışıyordu. (..) Bir gün İstanbul’da hemen tanıyamadığım iki genç yolumu kesmiş," Hocam biz de sizi arıyorduk, bir grup olarak İstanbul’a geldik, bize yapılarınızı gezdirin" demişlerdi. Enstitü çocuklarını Ada’daki evime davet etmiş ve onları Ada’da o esnada, taş, tuğla ve ahşapla yapmakta olduğum yapılarıma götürmüştüm" (8).

 

Arı gibi çalışan öğrenciler, öğretmenler, ustaların yapıtları

 

Asım Mutlu, İsmail Hakkı Tonguç’la projesini çizdiği yapıların uygulamasını görmek için Gölköy Köy Enstitüsü’ne gidişlerini de yine anılarında aktarır. Onun Aksu Köy Enstitüsü’ne gidişini bir öğrencinin- Pakize Türkoğlu- kaleminden okuyabiliriz: "...biz üç kız öğrenci Antalya’ya gitmiştik. Akşamüstü dönerken Enstitünün posta arabasında yer kalmayınca, bizi tanımadığımız bir konukla faytona bindirip göndermişler, "Enstitümüzün Mimarı Asım Mutlu" demişlerdi. Yüksek Mimar Asım Mutlu, arabacının arkasındaki ters yöne oturmuş, üçümüzü faytonun körüklü koltuğuna oturtmuştu. "Öğretmenim, siz konuksunuz, böyle buyrun" demişsek de bunu yapmamış, „ben burada rahatım" demişti" (9). Yol boyunca Ziraat marşı, türküler söylemiş, onlara olgun kişiliğiyle Asım Mutlu öğretmenleri gibi gelmiştir...Olayın devamını bir başka yerde Asım Mutlu anlatır: „ Yarışmaya katılacak bir mimar olarak  yönetmelik  gereği önce yeri görmek için oraya gittiğimde, gelecek inşaatın yakınında mevcut eski  bir iki küçük bina  ve geçici barakalarda  öğretime başlanmıştı bile. Arı gibi çalışan ve köy çocuklarından öğrenciler, öğretmenleri ve bir iki usta ile yapacakları binaların projelerini bekliyorlardı." Verilen projelerle, gösterilen yolla Enstitülerini kuran, eksiklerini gideren öğrenciler, usta öğreticiler başka projeler, başka yapılar için başka bölgelere koşacaklardır. Kaldı ki böylesi imece ile ortaya çıkmış bir çok yapı vardır.  Ve kuşkusuz onlarla birlikte Enstitülerin temel özelliği olan  Sili Layoş, Hüseyin Renda, Bedri Birol  Ali Usta, İsmail Usta, Recep Usta, Adem usta gibi yapıcılık alanının usta öğreticileri,  Hasanoğlan’da yapı işlerini yöneten Mustafa Güneri örneğinde olduğu gibi yapıcılık öğretmenleri de vardır. Sayın Pakize Türkoğlu kendi Enstitüleri’ndeki ana yapının giriş sütununda şöyle yazdığını belirtir: "Planı Yüksek mimlar Asım Mutlu tarafından yapılan bu bina, 1941-42 öğretim yılında, yapıcılık öğretmenleri Durmuş Gök ve Kerim Güner ile birinci ve ikinci sınıf öğrencilerince yapılmıştır."

 

Projesi hazır Enstitü: Diyarbakır-Dicle

 

Planlanan Enstitülerden biri Diyarbakır’da kurulacaktır. Ancak öncekilerde oldukça deneyim de kazanıldığı için Bakanlık planları daha önceden hazırlatmıştır. Enstitüye yer seçmek için Çifteler’den Rauf İnan, Hasanoğlan’dan İzzet Palamar, Akçadağ’dan Şerif Tekben görevlendirilir. Önerilen bir iki yerden Ergani yakınında, Tilhuzur köyünde bir düzlüğü seçerler. Evleri toprağa gömülü bu köye gittiklerinde kadınları göremezler, erkekler yanlarına bile yaklaşmaz. Rauf İnan’ın deyişiyle, "onların mesafece kendilerine yakın, ruhça uzak olmaları, içlerini yakarken" birden evlerden tertemiz giyimli, güler yüzlü kız, oğlan çocuklar çıkacak, onlara Hoş geldiniz! diyecek, uzattıkları ellerini sıkacaklardır. Gezici başöğretmen açıklayacaktır. Burada eğitmenli bir okul vardır. Bu çocukları eğitmen yetiştirmiştir. Eğitmen Sadık, tanık oldukları başarının sessiz kahramanıdır...Kısa bir süre sonra Diyarbakır-Dicle Köy Enstitüsü de yöre köy çocuklarına kapılarını açar... 

 

Vandalizm/ yıkıcılık her yerde...

 

Dr. Engin Tonguç  1960 yılında adı Atatürk Öğretmen Okulu olarak değişen Hasanoğlan’a Hekim ve Sağlık Bilgisi Öğretmeni olarak gider, o anlatır: "...Okulun kuruluşundaki temel ilkelere ters düşen , sonradan yapılmış tüm derslikleri bir çatı altında toplayan büyük derslik yapısının bodrum katındaki bir yerin, yarı karanlık, diskoteğimsi bir düzenleme ile öğrenci lokali yapılmasının toplumsal yaşama renk katacağının anlaşılması da varılan bilimsel sonuçlardandı. Köy Enstitüleri zamanında yapılmış, mimari değeri olan, modernize edilmiş bir iç Anadolu köy evi görünümündeki eski Öğrenci Evinin onarılması düşünülecek değildi ya! Orası şimdi depo olarak kullanılıyordu. Boş zamanlarını değerlendirmek için öğrencileri koca Hasanoğlan kırının ortasında bir beton yapının bodrumuna tıkacaktık" (10).

Cumhuriyetin ilkeleri gibi Cumhuriyetin en etkin, devrimlerin ışığının sürdüğü döneme ilişkin her şeyin –mimari dahil-  hızlı biçimde kırıldığı, yıkıldığı, kimlik değiştirdiği " Bizim izleyeceğimiz eğitim politikasının temeli öncelikle bilgisizliği yok etmektir. Toplumsal yaşamda yapıcı, etkili ve üretken birey yetiştirmek gerekir. Bu da eğitimde yaparak öğretimle olur." diyen Mustafa Kemal Atatürk  yerine çıkar gruplarını temsil eden politikacıların/asker-sivil Türk-İslam sentezcilerinin vb. tanımladığı gibi bir Atatürk’ü yerleştirdikleri yeni  süreçte Köy Enstitüleri, bu gerçekliği değiştirme projesi kurtulamaz. Bir saptamadaki gibi, Trabzon-Beşikdüzü’ndeki önemli bir Köy Enstitüsü binası yanmış, yerine Sağlık Meslek Lisesi yapılmıştır (Mimari özelliğinin korunup korunmadığı bilinmiyor.) Kastamonu-Gölköy binaları askeri amaçlı kullanımdadır...Kayseri-Pazarören ve Ankara-Hasanoğlan’daki bazı binalar  yıkıma bırakılmıştır vb.

 

Şimdi onlar korunan(!) kültür varlıkları...  

 

Yukarıdaki gözlemler yirmi bir eski Köy Enstitüsü’nde benzerdir. Ama bir değişiklik vardır ve önemlidir. İTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü Mimarlık Ana Bilim Dalı Bina Bilgisi Programı’nda doktora tezini Köy Enstitülerine yönelten ("Devrim Mimarisi Olarak Köy Enstitüleri: Devrim Mimarisinin Ontolojisine Giriş") Yüksek Mimar Yıldız Keskin 1998 yılında çok önemli bir girişimi başlatır (11). 

Yıldız Keskin, yerinde yaptığı incelemelerle Enstitülerde, çeşitli nedenlerle yapı kayıpları olduğunu, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullar olarak etkinlik gösteren, ayakta duran Enstitü yapılarının bazıları için yıkım kararları da alındığını saptadıktan sonra, Mimarlar Odası’na, onların yardımıyla Kültür Bakanlığı’na konuyu aktarır. Savı doğrudur: " ...kültürel değerlere sahip olan bu eğitim kuruluşlarının binalarının tescil edilerek korunması, yalnız eğitim tarihimiz açısından değil Cumhuriyet dönemi mimarlık tarihi açısından da anlamlı olacaktır." Yıldız Keskin’in zor olsa da sonuca ulaşan çabası ve yine sonrasında açtığı bilimsel bakış açısıyla, büyük bir emekle hazırlanmış "Çağdaşlaşmanın Mekanı Olarak Köy Enstitüleri" sergisi her anlamda övgüye-kutlanmaya değerdir. Sonuçta Kültür Bakanlığı önce tespit ve ardından  "kültür varlığı" olarak koruma kararı alır. Devletin, yani Kültür Bakanlığı’nın 4 Ocak 2000 tarihinde Valiliklere gönderdiği 528 sayılı resmi belgede şu yazmaktadır: " (...) toplumsal aydınlanmamıza büyük katkıda bulunan ve dünyanın bir çok ülkesinde örnek eğitim kurumu olarak esin kaynağı yapılan (...) önemli tarihsel ve kültürel süreçlere tanıklık eden ve Cumhuriyet döneminin Atatürk ilkelerini yaşama geçirmek üzere eğitim ve çağdaş uygarlık hedeflerini simgeleyen kimlikleriyle, Köy Enstitüleri 2863 sayılı yasanın 6.mad. gereği korunması gerekli kültür varlıklarıdır."  

Şimdi –giden ve yitenler bir yana- Cumhuriyet Devrimi Kültürünün bu önemli mirası, ulusal mimarlığın bu özgün sonuçları, çok yönlü bu "büyük bir deneyimin canlı arşivi" yok olmayacaktır... İşte o kadar. Cumhuriyet dönemi kültür ve mimarisinin bu canlı tanıklığı, Enstitülü çocukların coşku, özveri, cesaret ve becerisiyle yükselmiş bu yapıların ayakta kalabilenleri sessizce ve vakur beklemektedir. Sayın Yıldız Keskin’in saptamasıyla içlerinde Pulur Köy Enstitüsü’nde olduğu gibi Eğitmen Kursu taş binası bile ayaktadır.  Nereye kadar?   Şimdi –en azından bazılarını- "Cumhuriyet  Devrimi Eğitim Müzesi", "Hasan Ali Yücel, İsmail Hakkı Tonguç, M. Rauf İnan Kültür Merkezi" –adı ne olursa olsun- bir Müze/bir Merkez/bir Eğitim köyü yapmak için çaba göstermeli, koruma dışında kalanlar varsa izlenmeli ve tescili yaptırılmalı, öncelikli olanların hemen restorasyonuna başlanmalı,  taşıdığı birikimi, ışığı bir başka biçimde dışa vurması için yaratıcı çabalar,  çözümler üretmelidir. *** 

Belki bu yıl yapılacak ilk ve en iyi işlerden biri, 17 Nisan kutlamalarını bu kuruluşlarda yapmak, üzerinde gerçek adları, okul yöneticileri, mimarları, ustaları yazılı plaketleri girişlere mutlaka çakmaktır.

Hiç kimse unutmasın, o "Köy Üniversiteleri" bizimdir!

 

* Bu dönemdeki mimarlık olayı için Bkz: Uğur Tanyeli, "Erken Cumhuriyet’te Mimarlık ve ‘Modernite Projesi’ veya Türkler ile Yabancılar", Sanat Dünyamız, Sayı, 89, 2003, YKY Yayını)

**  Milli Eğitim Bakanı H.A. Yücel bir soru üzerine TBMM’de yaptığı açıklamada, bu kuruluşların özellikleri  nedeniyle, nerede açmak gerektiğini,  Tarım Bakanlığı’na danıştıklarını belirtir. 

*** Bu konuda ayrıca İsviçre’de Pestalozzi için günümüzde yapılanlar, Müze ya da  "Pestalozzi Dünya Çocuklar" köyü projeleri incelenebilir. Unesco işbirliğiyle yapılabilecekler gözden geçirilir vb. 

1) M. Rauf İnan, Bir Ömrün Öyküsü  Köy Enstitüleri ve Sonrası, Öğretmen yayınları, Ankara, 1988, s.82   

2) Hayati Tahsin Yılmaz, Son Köy Enstitülü, Görkem Yayınları, İstanbul, 1991, s.91

3) Metin Sözen, Cumhuriyet Dönemi Türk Mimarisi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1984, Ankara, s.27

4) Pakize Türkoğlu, Tonguç Ve Köy Enstitüleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2000, s.202

5) Prof. Asım Mutlu, "Büyük Eğitimciye Saygı", Cumhuriyet Gazetesi, 22 Haziran 1990

6) S.Edip Balkır, Dipten Gelen Ses Arifiye Köy Enstitüsü, Hür Yayınevi, İstanbul, 1974

7) Kemal Ahmet Arû ,  Bir Üniversite Hocasının Yaşamının 80 yılı, Yapı Endüstri Merkezi Yayınları, İstanbul, 2001, s.20  

8)  Prof. Asım Mutlu, " Eğitimimizde Tonguç ve Köy Enstitüleri ", Cumhuriyet Gazetesi, 23 Haziran 1988)

9) Pakize Türkoğlu, Tonguç Ve Köy Enstitüleri, s.203

10) Dr. Engin Tonguç, Umut Yolu, Sergi Yayınevi, İzmir, 1984, s. 238

11) Yıldız Keskin, "Cumhuriyetin 75. Yıldönümünde Devrim Mimarisi Olarak Köy Enstitüleri’ne ‘Resmi Geçit’ ", Mimarlık dergisi, Sayı 284, 12/98

 

 

C UMHURİYET BEYAZDIR

 

Cumhuriyetle birlikte, beyaz bir sayfa açıldı.

Osmanlının kendi ulusunu bir çöküşün karanlığına götüren yeşil rengin simgelediği kara kitap kapandı.  En gerekli olan yapıldı: Bağımsızlık. Laiklik. Cumhuriyetin, demokrasinin gerçek anlamı için en gerekli olanlar. Beyaz, sadece öteki dünyayı değil, bu dünyayı da yönetmeye/düzen vermeye çalışan din anlayışından (müslümanlık) bir kez daha yararlanmak isteyenleri ele verecek bir sayfa/bir sistemdi. O yüzden seçildi. 

Amaç, açık ya da üstü örtülü din temeli üzerine oturmuş bir yönetimden uzaklaşmak, devletin işlerinde etken olan din işlerini  toplumsallığın içinden çıkarmak da olsa böyle bir sayfa açmak kolay değildi.

Sultanlar 1514’ten başlayarak Halifelik görevini de yapmıştı.  Dört yüz yıl  tüm müslüman toplulukların da başkanıydılar.  Tanrının gölgesi sayılıyorlardı (zillullahi fi’d-dünya). 19 ve yirminci yüzyıldaki gelişmeler, ulusal başkaldırılar, siyasal oyunlar sonunda ne gölge tanıdı, ne gölgenin ardındaki giderek gücünü yitiren bu yalnız adamları. Kurtuluş Savaşı ile Osmanlı Devleti çökmüştü, ama ya onu yaşatan manevi-tarihin içine saklanan güçler, dayanaklar? Laiklik bu güçlere karşı en önemli duvar, beyaz bir sayfanın açılmasındaki en temel öğeydi. İşlerlik kazanabilmesi için saltanatı, halifeliği, devlet kurumlarında yapılan işlemlerin dine uygunluğunu denetleyen Şeri’ye, devlet örgütü işinde önemli bir yeri olan Vakıflar Bakanlığını bunun için kaldırdı. Öğretim kurumlarını birleştirdi. Tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatıldı; dinsel ayrıcalık yaratan unvanlar, büyücülük, üfürükçülük, muskacılık gibi işler yasaklandı.  Beyaz sayfa için Cumhuriyetin dinsel yanı sorunu, bazı yasalar, en önemlisi Hukuk düzeni/medeni yasanın kabulüyle  çözümlenmişti. Ve son engel “Türk Devletinin dini İslam’dır” yazısı Anayasa’dan çıkarıldı (10 Nisan 1928). Ve Cumhuriyetin vekilleri ve Cumhurbaşkanı ant içmelerindeki dinsel sözler, dördüncü maddede yer alan “TBMM, dini hükümleri yerine getirir” tümcesi kaldırıldı. Beyaz sayfa şimdi beyazdı.

Devrimler, şimdi devrim olacaktı. Toplumsal eşitsizliğin yok edilmesine yönelen o büyük insancıl süreç, kalkınma projesi kesintisiz yürüyebilirdi.  Atatürk’ün tanımıyla, “Türk ulusunu son yüzyıllarda geri bıraktırmış olan kurumları yıkarak, yerlerine ulusun en yüksek uygarlık gereklerine göre ilerlemesini sağlayacak, yeni kurumlar koymaktı” devrim. Onun için artık bugün, Atatürkçülük “bir uygarlık ve toplumsal dönüşüm projesi” olarak  nihayet seslendirilmeye başlandı. (H.B. Kahraman, 10 Kasım 2004, Radikal)  

Yukarıda, bilinen ama unutturulan şeylerden söz etmemizin nedeni, simgesel de olsa beyazın toplumu ulusallaştıran ve içinde 21 yüzyıla hazırlanması için, toplumsal alanın her yerinde, en gerekli olan köyün değişiminin, onlara bu değişme projesinin içine hemen sokacak aydını yetiştirecek –evet, devrim için eğitim projesi- “daha hareketli, toplumla iç içe, toplum içinde kanatları olan” (Tonguç) Üniversitelere örnek olacak yüksek bölümleri de kurmaya başlayan (Bölge Üniversiteleri modeli)  Köy Enstitülerinin de olduğu, değişimden gelişmeye köprü oluşturan atılımların, 1945-46’dan başlayarak nasıl kırılmak istendiği ve şimdilerde     açığa çıktığı gibi, o günlerden başlayarak düşü kurulan Yeşil Cumhuriyet’i (yeşil kuşak içindeki)  yaratma düşüncesini bir kez daha  anımsatmak. 

Geçtiğimiz günlerde gazete sayfalarında, bu girişimin gerisinde başlangıçtan itibaren rol alan ve tasarlayan, yeni Orta Doğu düzeninin günümüzdeki hatlarını çizmeye çalışan ABD’nin varlığı, eski CIA’nın Ortadoğu Şefi,  bu kurumunun Türkiye politikalarında etkili adı Graham E. Fuller’in ağzından bir kez daha açıklandı.  Fuller yayınladığı kitabı ‘The Future Of Political Islam’ (2003) -‘Siyasi İslam’ın Geleceği’ yanı sıra  son kez, The Washington Quarterly adlı dergisinde ‘Turkey’s Strategic Model: Myths and Realities’ -‘Türkiye’nin Stratejik Modeli: Efsaneler ve Gerçekler’- başlıklı yazısında; “Türk Modernleşme hareketinin laiklik ayağının topallaması nedeniyle uzun yıllar millete inemediğini savunuyor.”

Demek kabul ediliyor ki, tıpkı Mustafa Kemal’in düşündüğü gibi çağdaşlaşma  millete/ulusa inmenin temel gereği idi, ama birileri (ABD, toprak ağaları-Meclis içinde ve dışındaki işbirlikçileri, Celal Bayar ve ekibi) en can alıcı bölüm/laikliğin bu gelişimin yörüngesini değiştirebileceğini gördü.  Fuller’in açıkça belirttiği gibi, “Türk laikliği, Fransız modeli çerçevesinde, dini modernleşmeye engel gören ve dinin gerici niteliklerini bertaraf etmeye yönelik” bilinçli/akıllı bir eylem olmuştu... Oradan başlamalıydı. 

Geçen zamanda Atatürk’e dayandırdığımız, gerçekte çağdaşlaşmanın olmazsa olmaz ilkeleri (bugünkü anlamıyla olmasa da dünün altı oku)  zayıflatılması yanı sıra, bağımsızlığın, özgürleşme, yurttaş olma  eyleminin adı olan Kemalizm’e yıpratıcı eleştiriler sürdü. 

Ve şimdi söyleyebilirlerdi: Cumhuriyet kurucularının başaramadığı(!)  Türkiye’nin önündeki modernleşme engeli 2002 seçimlerinde ortadan kalkmıştı. Nasıl mı? Fuller’in bu yıkım projesinin içinde olan herkesin sözcüsü olabilecek sözleriyle  “dünya tarihinde ilk defa İslamcı kökenden gelen bir partinin seçim yolu ile iktidara gelmesi”  ve “ülkedeki dengeler tarafından hazmedilmesi” ile...olmuştu. 

Ne yazık ki, Fuller  Türk toplumunun yüzde yetmişinin katılmadığı, daha vakit var-gelecekte ülkemiz için başka ve aydınlık oluşumları da  yaratabilecek  bu olayın her şeye karşın Cumhuriyetin/ onun laiklik temel ilkesinin bir sonucu olduğunu unutur. 

Şimdi bir yanda Fuller’in dillendirdiği Cumhuriyetimize ılımlı islam/islam vb. yaftalı gömlekler arayışı, bir yanda eskisinden daha cesurca ve üstü çok açık biçimde, yeşil kuşağa/yeşil Cumhuriyete giden yol arayışları açık tutulmaktadır. 

Örneğin, gerçekte doğrudan siyasal/toplumsal alanı tıpkı İran modelinde olduğu gibi ele geçirme eyleminin tasarlayıcısı Saidi Nursi (fikirleri) bir kez daha, İstanbul İlim ve Kültür Vakfı tarafından 3-5 Ekim 2004 tarihlerinde İstanbul’da çeşitli ülkelerden  80’e yakın kişi çağrılarak  tartışılıyor: “Çok Kültürlü Bir Dünyada İmanlı, Anlamlı ve Barış İçinde Yaşama Pratiği”.  Bu çok kültürlülükten ne anlaşıldığı, pratiğin nasıl bir pratik olduğu Cumhuriyet tarihinde çeşitli dışlamalar (işte Aleviler) ve  olaylarda görülmüştür, son kez Sivas olayını anımsatalım...

Şimdilerde bir yandan Kemalizmin özündeki radikal olma, değiştirici özelliğini anlamayıp, bir gelenek/donmuş bir formasyon olduğu savındakiler diğer yanda Türkiye’nin yeşil tonlarını arayan politikacılar/ yazarlar (çok şaşırtıcı ki çok satışlı Hürriyet gazetesinin bir köşe yazarı bu konuda elinden geleni yapıyor), örneğin Ekim ayındaki sayfalarda Fetullah Gülen’i mütefekkir ilan ediyor, “İslam’ın gülen, kucaklayan, uzlaşan, uyum gösteren, bilimi ışık kabul eden ana damarlarından birisi olduğuna bütün içtenliğimle inandığını”,  “okullarının bilimle kuşatılmasını hedefleyen laik (!) okullar” olduğunu söylüyor, Mehmet Şevket Eygi’yi “bu toprakların yetiştirdiği en derin kültür insanlarından birisi” olarak duyuruyor vb. Bunlara alıştık...

Yeşil Kuşak/Yeşil Cumhuriyet iştahası, yaklaşık altmış yıldır hayatımızı kuşatmış durumda. 

Yine de Cumhuriyetimiz tüm oyunlara karşın, beyaz duruyor. Bu ülkede Cumhuriyeti oluşturan Kemalist tavır/Atatürk ilkelerine bağlı kuşaklar var, olacak...Sanıldığı gibi ne ülkeyi, ne çevremizi yeşil yapmak, İslam ve demokrasi demagojileriyle, bitmeyen yeşil kuşak politika düşleriyle sömürge  yapmanın kolay olmadığı bir süreç yaşanıyor.

 

Kısaca YKKED

“Bizler, Cumhuriyetimizin en önemli eğitim projesi olan Köy Enstitüsü çıkışlılarının, kurucularının, çalışanlarının yakınları olarak yan yana gelip.